Abdullah Haddâdî

Abdullah Haddâdî rahmetullahi aleyh, evliyânın büyüklerindendir. Evlâd-i Resûl olup, seyyiddir. 1634 (H. 1044) senesinde Yemen’in Terîm şehrinde doğdu. 1720 (H. 1132) senesinde vefât etti.
Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sonra ilim tahsîline başladı. Çok zekî ve hâfızası çok kuvvetli idi. İlimdeki üstünlüğü herkesi hayran bırakırdı. Talebesi Selî onun hakkında şöyle bildirdi:
“Seyyid Abdullah’ın yanına kim gelirse onun kalbinden ve hâtırından geçenleri bilir ve haberdâr olurdu. Yanına gelenin nesebini ve soyunu, ne iş için geldiğini önceden söylerdi. Bir gün bir kimse gelip bir suâl sormak istedi. Ona; “Senin suâlin şöyledir, fakat daha zamânı değildir” buyurdu…
Seyyid Abdullah Haddâdî hazretleri bir gün talebesi Şeyh Hüseyin bin Muhammed ile birlikte hac için yola çıktı. Medîne-i münevvereye vardıklarında talebesi orada hastalandı. Yakalandığı hastalık çok şiddetli idi. Talebe nerede ise vefât edecekti. Seyyid Abdullah Haddâdî hazretleri hastanın başı ucuna oturduğunda onun ömrünün bittiğini anladı. Oradaki talebelerinden bir cemâati topladı ve; “Her biriniz onun selâmeti için duâ edin” buyurdu. Seyyid Ömer Emin isimli talebe; “Efendim ben ömrümden bir kısmını ona hîbe ettim” dedi. Bunun üzerine Seyyid hazretleri Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerîfine gidip duâ etti ve şefâat istedi. Ziyâretten sonra Seyyid Abdullah Haddâdî sevinçle; “Allahü teâlâ duâmızı kabûl etti. O istediğini yapmağa kâdirdir” buyurdu. Allahü teâlânın izni ile talebesi Şeyh Hüseyin hastalıktan kurtuldu. Bir zaman sonra Seyyid Abdullah, Yemen’in Terîm şehrinde iken buyurdu ki: “Bu sene Şeyh Hüseyin vefât edecek.” Buyurduğu gibi o sene Şeyh Hüseyin Mekke-i mükerremede vefât etti…
Seyyid Abdullah, uzun boylu ve gür saçlı olup, güler yüzlüydü. Kendisine eziyet ve sıkıntı verenlere af ve sevgi ile muâmele ederdi. Sözü, sohbeti hoş idi. Bozuk ve kötü yolda bulunan bir kimse yanına geldiğinde onun iyi yola girmesi için bütün gücü ile çalışırdı. Çok kerâmetleri görüldü. Kerâmetlerini göstermekten çok çekinirdi. Bâzı talebeleri kerâmetleri hakkında risâleler yazmışlardı. Bu durumdan haberi olunca onları çağırıp;
“Yazdığınız kâğıtları suya koyun. Yazıdan hiçbir eser kalmasın” buyurdu. Onlar da hocalarının dediğini yaptılar, sonra talebelerine;
“Böyle şeyleri yazacağınıza dînî nasîhatler, îmân bilgileri, fıkıh bilgileri, fetvâ kitapları ve bunlar gibi faydalı kitaplarla meşgûl olmanız yazmanız daha uygun olur” buyurdu.