ÂKİF’İN GELGİTLİ DÜNYASI

Ankara hareketi muvaffak olup da, dinî-millî kimliğini üzerinden atınca, Âkif’in modernist kişiliği bile kâfi gelmedi. 1923’te meclisten tasfiye edildi. Âkif, parasız ve kırgın, 1926’da Mısır’a gitti. Prens Abbas Halim’in misafiri olarak yaşadı. Üniversitede Türk edebiyatı dersi verdi.
Bu sefer yeni rejim tarafından şapka giymemek için Mısır’a kaçmakla itham edildi. Dostu Ruhi Naci anlatıyor: “Şapka, yalnız memurlar için resmi serpuş ittihaz edilmiş; halka henüz teşmil edilmemişti. Âkif, ‘Umumu beklemeye hacet yok. Şapka için artık icmâ-i ümmet var. Tabii hep giyeceğiz’ dedi”. Kemalist inkılâbın ileri gelenlerinden Yusuf Hikmet anlatıyor: “1928’de büyükelçi olarak Afganistan’a giderken, Kâhire’de kendisini gördüm. Çok duygulandı. Saatlerce konuştuk. Şapka kanunu yüzünden yurttan ayrıldığının sanıldığını söylemem üzerine, ‘Yok canım, öyle şey olur mu? Müslümanlık, fes veya şapkayla mıdır sanki?’ dedi.” Mithat Cemal der ki: “Âkif, muaşeret kaidelerine aldırmayarak başı açık otururdu. Sonradan öğrendim ki, festen rahatsız oluyordu.” Nitekim 1936’da başına şapkayı geçirerek yurda dönmekte tereddüt etmedi. Zira Âkif, serbest düşünceli bir insandı. Her şeye rağmen Ankara’ya kırgın olmadığını; vefat ederken, “Gazi Hazretleri olmasa, zafer kazanılamazdı” sözüyle göstermiştir.
1935’de Abbas Halim vefat etti. Âkif de hastalanıp İstanbul’a döndü. Prens’in kızının tahsis ettiği Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’ndaki odasında unutulmuşluk içinde sirozdan vefat etti. Resmî makamların alâkadar olmadığı cenazesi, üç-beş talebenin sırtında Edirnekapı’ya kaldırıldı. Kızını evlendirdiği dostu Ömer Rıza Doğrul, 1925’te Mason olmuş; İngilizlerin Hindistan’da kurduğu Kâdıyânî fırkasının tahrif ettiği Kur’an’ı “Tanrı Buyruğu” adıyla tercüme etmiştir. Oğlu Mehmet, acıklı bir hayat yaşamış; alkol ve uyuşturucu tesiriyle, bir araba teknesinde ölü bulunmuştur.
“Âkif Efsânesi!”
Hüzünlü bir tabiatı vardı. Midhat Cemal, “Hayatında nikbin (iyimser) olduğu günlerin yekûnu birkaç haftayı geçmez” der. Nitekim, kendi resminin altına şöyle yazmıştı: Dış yüzüm ağardıkça ağarmakta fakat/Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası/Beni kendimden utandırdı şimdi hakikat/Bana hiç benzemeyen suretimin manzarası. Bu tabiatı, eserlerine de aksetmiştir. Bir nebze bile gönüllere ferahlık verecek ifade bulunmayan şiirlerini okuyanları kasvet basar. Spora düşkündü. Hem Şark, hem Garb musikisini sever ve anlardı. Ney üflerdi. Udî Şerif Muhiddin Targan’ı çok beğenirdi. Mısır’da iken bile, plaklarını yanından eksik etmezdi…
Gelgitleri bol bir insandı. “Milletim nev-i beşerdir, vatanım rûy-i zemin” diyenlerden rahatsız olur; ama bunlarla aynı cemiyette bulunmaktan gocunmazdı. Fikret’i “Bir gün Allah’a söver; sonra bir az bol para ver; hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder” diye hicveder; ama halifeye karşı beraber hareket etmekte mahzur görmezdi. “Alınız garbın ilmini, san’atını” der; ama garbın kültürü ile sanatının birbirine geçmiş olduğunu düşünmezdi. “Gidin saffet-i İslâmı Japonlarda görün” der; ama Japonların, ilim ve fen alacağız derken, nasıl garplılaştıklarından habersiz görünür. “Hele ilmiye, bayağıdan da aşağı bir turşu/Bâbı fetvâ denilen daire ümmî koğuşu” mısralarıyla ulemayı aşağılar. “Böyle âvâre düşünceyle yaşanmaz, heyhât/Mültekâ fıkhınızın nâmı, usûlün “Mir’ât”/Yaşanır, zannediyorsan, Baba Câferliksin [hapishaneliksin]” diyerek, Hanefî fıkhının esasını teşkil eden Mültekâ ve Mir’at’a hakaret eder.
“Ey bunca zamandır bizi te’dib eden Allah/Ey âlem-i İslâmı ezen, inleten Allah!/Nur istiyoruz, sen bize yangın gönderiyorsun/ Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun/Madem ki ey adl-i ilâhi, yakacaktın/ Yaksaydın ya mel’unları, tuttun bizi yaktın/Yetmez mi musâb olduğumuz [uğradığımız] bunca devâhi [belâ]?/Ağzım kurusun yok musun adl-i ilâhi?/Yakmaz mı bu tufan bu duman gitgide Arş’ı/Hissiz mi kalır lücce-i rahmet [rahmet denizi] buna karşı?” diyerek sıfat-ı ilahîyi şüphe ile karşılar. Hatta “Cânileri, kâtilleri meydana süren sen/Cânideki, kâtildeki cür’et yine senden” diyerek şüphesini Cebrîliğe kaydırır. Öte yandan “Böyle bir şehidin mükâfatı ancak zaferdir/Vermezsen ilahi dökülen hunu hederdir” diyerek, zât-ı ilahîyi mecbur tutar.
Sözlerinde Vehhâbî tesiri sezilir: “Bu hakkı ne taştan ne de leşten istemeli?”, “Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez.” Modernizmin izi en çok şu iki meşhur mısraında görülür: “Doğrudan doğruya Kur’andan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”; “Bu Kur’an inmemiştir, ne fal bakmak için/Ne de kabirde okumak için”. Çanakkale için yazdığı şiirdeki, “Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi” mısraı, Sahâbe’nin en faziletlilerini aşağıladığı için tenkit edilir.
Mütevâzı, perhizkâr, sözünde inatla duran ve haksızlığa tahammülsüz mizacı sebebiyle çoklarında hürmet telkin ederdi. Şiiri müsabakaya sokulmadan millî marş olarak kabul edildiği için, verilen mükâfatı almamıştır. Öldüğü zaman geride bir kat elbise, bir şapka, bir mavzer, bir istiklâl madalyası, yastığı altında birkaç lira ve meşin kordonlu bir fakfon saat kaldı. İnsanlar, böyle yaşayanlara gayrı ihtiyarî hürmet duyarlar. Halbuki bazılarının nefsi, tevâzudan, fakirâne yaşamaktan beslenir. Efgânî’nin ağına düşürdüğü yegâne saf Müslüman elbette Âkif değildi; ama cemiyette oynadığı rol fazla oldu. Büyük âlim, hatta (tasavvufa uzaklığına rağmen) evliyâ olarak tanındı. Kemalistlerle sonradan ters düşer göründüğü için, geniş bir muhalif kitle tarafından (tıpkı Fevzi Çakmak gibi) sembolleştirildi. İnkılâp fırtınasından kaçanların sığınmaya çalıştığı bir liman olarak görüldü. Mekteplerde “Atatürk Köşesi”ne alternatif “Âkif Köşesi”; “Nutuk”a karşı “Safahat”… Bilen bilmeyen herkesi saran, şuursuzca bir hamasete dayalı “Âkif Efsânesi” doğdu. Buna, İbrahim Sabri, Ahmed Davudoğlu ve Kadir Mısıroğlu dışında hiç kimse itiraza cesaret edememiştir.

Kur’an tercümesi
Ankara’nın Kur’an’ı ücreti mukabilinde tercüme ve tefsir ettirip, halkı “aydınlatma” projesinde yer aldı. Tercüme işi Âkif’e; tefsir ise, yine bir Sultan Hamid muhalifine, hal’ fetvâsını yazan Elmalılı Hamdi Efendi’ye verildi. Tercümede çok zorlandı; hatta “Tercüme bitti; ama tashihi bitmedi. Beni tatmin etmiyor” derdi. Hamdi Efendi, müsveddeleri, “cezâlet (edebî güzellik) yok” deyip beğenmeyince, Âkif, “artık sadelik arıyorum” cevabını vermişti. Bu sebeple, tercüme işi Âkif’den alınarak, ücreti ile beraber Hamdi Efendi’ye verildi. Aldığı 1000 lira avansı, harcadığı için iade edemedi. Âkif, tercüme müsveddelerini, ölümünden sonra yakılmak üzere, Kahire’deki yakın dostu müderris Yozgatlı İhsan Efendi’ye bırakmıştı. Ölünce, İhsan Efendi, bir kopyasını alıp, bunları yaktı. Vicdanı rahatsız olmuş ki, o da ölürken, bu kopyaları yakmasını oğluna vasiyet etti. Oğlu Ekmeleddin Bey, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu müderris İbrahim Sabri Efendi’ye danışarak kopyaları yaktı. Âkif’in bu tercümeyi yaktırması, Türkçe ibâdet korkusuna bağlanır. Halbuki bu tarihte, artık Türkçe ibadet meselesi gündemden kalkmış idi. Zaten Âkif, bu mevzularda ilerici düşüncelere sahipti. Yakında “Âkif’in Meâli” diye basılan, Türkiye’ye gönderilmiş birkaç parça müsveddeden ibarettir.

Mehmet Akif Ersoy ve oğlu Mehmed Emin.

Semerci
Bazıları gayretkeşlik edip, Âkif’in Semerci şiirini bir pişmanlık eseri olarak göstermeye çalışsa da, burada yeni gelenlerin, eskisinden de kötü olduğunu söylemekten başka bir şey yapmış değildir. Süleyman Nazif, Rıza Tevfik gibi pek dinle alâkası bulunmayan İttihatçılar bile hakikati anlayıp, pişmanlıklarını şiirleriyle dile getirmiş; ancak Âkif ve bazı emsâli bundan kaçınmıştır. Alenî kabahatin tövbesi de alenî olur, derler. Yüzlerce mısrada padişahı, ismini anarak kötüledikten sonra; isim vermeden yazdığı bir şiirle pişmanlığa hükmetmek ne kolay! Kaldı ki, Müslümanların halifesini tahtından iteleyip, koca bir İslâm medeniyetini yerle bir edenler, tövbe etseler, makbul olur mu; helâllik dileseler, kimden dilenir; bu da ayrı bir meseledir. Evet, herkes hata yapar; ama büyük hata işleyenleri de kimse âlim, hele evliyâ görmez. Hele “Zamanının halifesini inkâr eden, câhiliye ölümüyle ölür” hadîsindeki tehdit dururken…

Comments are closed.