Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak

Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak ve sevâp kazanmak niyeti ile, farzları, sünnetleri yapmaya, harâmlardan, mekrûhlardan kaçınmaya, ibâdet etmek denir. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana sâlih denir. Bu sevgiye kavuşmuş olana ârif veyâ velî denir. Başkalarının da kavuşmalarına vâsıta olana vesîle ve mürşid, bunların üçüne de sâdık denir. Allahü teâlâ, Âl-i îmrân sûresinin 31. âyetinde meâlen;
(Onlara söyle! Eğer Allahı seviyorsanız, bana tâbi olunuz! Allah, bana tâbi olanları sever) buyuruyor.
Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, Onun Resûlüne tâbi olmaktır. Tâbi olmak, emirlerine ve yasaklarına uymak demektir. Onun emirlerine ve yasaklarına İslâmiyyet denir.
Allahü teâlâyı seviyorum diyenin, İslâmiyete uyması lâzımdır. İslâmiyete uyan kimseye Müslümân denir. Allahü teâlâ, Müslümânların, birbirlerini sevmelerini emretti. Kâfirleri, münâfıkları ve mürtedleri sevmemeyi emretti. Bunun için, Hubb-i fillah yani Allahı sevenleri sevmek ve Buğd-i fillah yani Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemek, îmânın şartı oldu.

KÂFİR, MÜRTED VE MÜNÂFIK…
Müslümân olmayana kâfir, Müslümânlıktan ayrılıp kâfir olana mürted, Müslümân olmayan fakat, Müslümân görünen kâfire de münâfık denir. Bunların üçünü de sevmemek, îmânın şartıdır. Tövbe sûresinin 121. âyetinde meâlen;
(Ey mü’minler! Dâimâ, her zamân, sâdıklar ile birlikte bulunun!) buyuruldu.
Bu âyet-i kerîme, Resûlullah efendimiz ve Onun yolunda olan âlim ve evliyâ ile berâber olmayı emretmektedir. Bunlardan ve benzerlerinden anlaşılıyor ki, dînimiz, âlim ve evliyâ ile berâber bulunmayı, Resûlullah efendimizin yolunu bunlardan öğrenmeyi istemektedir.
Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’îne Selef-i sâlihîn denir. Bunlardan sonra, hicretin dörtyüz senesi sonuna kadar gelen Ehl-i sünnet âlimlerine, Halef-i sâdıkîn denir. Halef-i sâdıkîn, îmân ve amel bilgilerinde ve kalb ma’rifetlerinde, hep Selef-i sâlihîne tâbi olmuşlar, bunların yolundan hiç ayrılmamışlardır. Dörtyüz senesinden sonra, mutlak müctehid kalmadığı gibi, bindörtyüz senesinden sonra da, insân-ı kâmil görülemez olmuştur. İnsân-ı kâmil olmayan, evliyâ ve müctehid olmayan müceddidler, kıyâmete kadar, yeryüzünde bulunacaktır. Bu mücedditler, müctehitlerin kitâplarını her tarafa yayacaklar, unutulmuş olan hak yolunu, Ehl-i sünnet bilgilerini insanlara bildireceklerdir. Dünyâya yayılmış olan, bid’at sâhiplerinin, sahte tarikatçıların, zındıkların, fen ve din yobazlarının, yalanlarına, iftirâlarına cevâplar vereceklerdir. Bunların yazdıkları doğru kitâpları bulup okuyanlar, dünyâda ve âhırette saâdete kavuşacaklardır. Merec-ül-bahreyn kitabında buyuruluyor ki:
“Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet idi. Bid’at sâhiplerinden hiçbiri, Allahü teâlânın mârifetine yaklaşamamıştır. Vilâyet nûrları, bunların kalblerine girmemiştir. Amelde ve i’tikâtta olan bid’atin zulmeti, vilâyet nûrunun kalbe girmesine mâni olur. Kalb, bid’at pisliklerinden temizlenmedikçe ve Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süslenmedikçe, hakîkat güneşinin ışıkları oraya giremez. O kalb, yakîn nûru ile aydınlanamaz.”
Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, ehl-i sünnet i’tikâdını ve İslâmiyetin hükümlerini, fıkıh bilgilerini, doğru yazılmış kitâplardan öğrenmek, öğrendiklerine uymak ve evliyâyı sevmek, saygılı olmak lâzımdır.

NAMAZIN TADINI DUYMAK!..
Netice olarak, ehl-i sünnet âlimlerin kitaplarını veya bu kitaplardan hazırlanmış olanları okuyarak anlayan bahtiyâr bir kimse, hem din bilgilerini öğrenir, hem de îmâm-ı Rabbânî hazretleri gibi din büyüklerini tanıyarak, kalbi onlara meyleder, bağlanır. Onların bütün dünyâya saçtığı nûrları alıp, olgunlaşmaya başlar da haberi bile olmaz. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zamânla olgunlaştığı, tatlılaştığı gibi yetişerek kâmil bir insan olur. Nefsi gafletten kurtulup, namâzın tadını duymaya, ibâdetlerden zevk almaya başlar. Günâhlardan, harâm olan şeylerden, kötü huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Cemiyete, millete faydalı olur. Allahü teâlânın sevgisine, saâdet-i ebediyyeye kavuşur ve başkalarını da kavuşturur.

Comments are closed.