Arzu ettiklerin, mâbûdun olur!..

Mâbûd; sözlük, lügat anlamı itibari ile, kendisine ibâdet olunan, tapınılan anlamındadır. Bir mahlûka ibâdet etmek, taş, ağaç, güneş, yıldız, inek, insan, heykel, resim gibi bir mahlûkta, ülûhiyyet, ilâhlık sıfatı bulunduğuna inanarak, ona itâat etmek, yalvarmak demektir. Böyle inanmaya şirk ve inanan kimseye müşrik denir. Bu şeylere şerîk, mâbûd, put denir. Tanrı, mâbûd demektir. Tapılan şeylerin hepsine tanrı denir. Allahü teâlânın ismi, Allahdır, tanrı değildir. Allahü teâlâdan başka tanrı yoktur. Allah yerine tanrı demek, yanlıştır.
Mâbûd, ibâdet olunan; İbâdet ise, kulluk etmek, tapınmak, kendini aşağı bilmek, alçaltmak demektir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:

İMANIN KÂMİL OLMASI İÇİN
“Bir insanın maksûdu, arzûsu, özendiği, sağ kaldıkça ele geçirmek istediği ve ele geçirmek için, her türlü zillete, alçalmaya katlandığı, hiç vazgeçmediği şey ise, bu maksûdu, arzûsusu, onun mâbûdu olur ve bu hâli ibâdet olur. Çünkü ibâdet, zilletin, alçalmanın, inkisârın son derecesidir. Allahü teâlâdan başka mâbûd tanımamak için, Ondan başka maksûd olmamak, Ondan başka murâd olmamak lâzımdır. Bunun için de, Lâ ilâhe illallah derken, Ondan başka maksûd olmadığını bilmek lâzımdır. Bu mânâ ile, bu kelimeyi o kadar çok tekrâr ederler ki, hiçbir maksûdları kalmaz. Ondan başka bir şey arzû edilmez. Böylece, başka mâbûdumuz yoktur, sözleri doğru olur ve çeşitli ilâhlardan kurtulmuş olurlar. Ondan başka maksûd bırakmamak sûreti ile, Ondan başka mâbûd bırakmamaya kavuşmak, îmânın kâmil olması için şarttır ve evliyâya mahsûstur. İnsanın, kendinde bulunan mâbûdlarından kurtulmasına bağlıdır. Nefis, itmînâna kavuşmadıkça, bu derece ele geçmez.
Bunun için, İslâmiyyet diyor ki: Bir kimse, maksadına kavuşmak için, İslâmiyyetin dışına çıkarsa, farzlardan birini bırakır, bir harâm işlerse, meselâ namâzı, orucu bırakır veyâ içki içerse bu maksûdu, onun mâbûdu, ilâhı olur. Maksûdu için İslâmiyyetin dışına çıkmazsa, onu ele geçirmek için, harâm işlemezse, İslâmiyyet, o arzûyu reddetmez ve onu maksûd bilmez. Onun maksûdu yalnız Allahü teâlâdır ve Onun dînini gözetmektir, der. O maksûda, arzûya karşı, o kimsede, yaratılış îcâbı, bir istek hâsıl olmuştur. Fakat bu arzûsu, İslâmiyyete olan arzûsunun miktârına yetişememiştir.
Tasavvuf bilgileri îmânı kemâle ulaştırdıklarından, burada Allahü teâlâdan başka maksûd, arzû olmaması lâzımdır. Çünkü başka maksûd, arzû olursa, bu arzû, Allahü teâlânın maksûd olmasını aşabilir. O arzûyu ele geçirmek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak arzûsunu bastırarak, ebedî, sonsuz felâkete sebep olabilir. Bunun için, îmânın kâmil olmasında, başka maksûdların kalmaması, mutlaka lâzımdır. Böylece, îmânın parlaklığının azalması veyâ sönmesi önlenmiş, emniyyete alınmış olur.

DÜNYANIN HİÇ KIYMETİ YOK
Hak teâlâdan başka olarak özenilen her şey, mâbûd olur. Hak teâlâdan başkasına ibâdet etmekten kurtulmak için, Ondan başka hiçbir şeye özenmemek, hiçbir şeyin arkasına düşmemek lâzımdır. Âhıreti, Cennet ni’metlerini istemek de, böyledir. Bunları istemek, her ne kadar sevâp ise de, mukarreblerce günâh sayılır. Âhıretteki şeyleri istemek böyle olunca, dünyâ işlerine düşkün olmanın neye varacağını anlamalıdır. Çünkü dünyâ yani harâmlar ve mekrûhlar, Hak teâlânın sevmediği şeylerdir. Dünyâdaki şeyleri yarattığından beri onlara hiç kıymet vermemiştir. Allahü teâlânın sevmediği şeyleri sevmek, günâhların başıdır. Bunlara düşkün olanlar, arkalarında koşanlar merhametten uzak olur. Hadîs-i şerîfte;
(Dünyâ mel’ûndur ve dünyâda olan şeylerden Allah için yapılmıyanlar mel’ûndur) buyuruldu. Allahü teâlâ, hepimizi dünyânın ve dünyâda olanların şerrinden, zararlarından korusun…”
Netice olarak, ehl-i sünnet âlimleri, “İnsanın maksûdu yani hep arzû ettiği şeyler, onun mâbûdu olur”, tasavvuf büyükleri de, “Arzû ettiklerin, mâbûdun olur” buyurmuşlardır. Câsiye sûresinin 23. âyetinde meâlen buyurulduğu gibi:
(Nefsinin arzûlarını ilâh edinen kimseyi gördün mü?)