Bu sarayın güzellikleri gitti

Cüneyd-i
Bağdâdî hazretleri bir yolculuğu sırasında Kûfe’ye uğrar ve şehrin
ileri gelenlerinden birisinin sarayını görür. Saray çok güzel ve
süslüdür…

Allahü
teâlâ, dünyâyı yarattığı gibi, onun zevâl bulmasını, yok olmasını ve
buna karşılık âhıretin de sonsuz olmasını diledi. Âhırette de, Cennet ve
Cehennemden başka yer yoktur. Nahl sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde
meâlen;
(Dünyâ malından yanınızda olanlar fânîdir. Allahın indinde, Cennetteki sevâb, oradakilerle bâkîdir!) buyuruldu.
Cüneyd-i
Bağdâdî hazretleri bir yolculuğu sırasında Kûfe’ye uğrar ve şehrin
ileri gelenlerinden birisinin sarayını görür. Saray çok güzel ve süslü,
kapısında hizmetçiler vardır. Sarayın penceresinden birisi;
“Ey Saray! Sana hüzün, gam, keder, girmez” diye şiirler okumaktadır.
 Aradan
hayli bir zamân geçtikten sonra Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, tekrar o
sarayın önünden geçer. Fakat o güzelim saray, perişan, virâne bir
vaziyettedir. Saray, lisan-ı hâl ile sanki şunları fısıldar:
“Bu
sarayın güzellikleri gitti. Yerini gördüğün şu manzara, aldı. Zaman
içerisinde hiçbir şey aynı hâl üzere kalmaz. İşte gördüğün şu saray
güzel durumunu bu yalnızlık, gariplik hâline, sevincini gam ve kedere
bıraktı.”
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri sarayın kapısını çalar ve içeriden gâyet zayıf bir sesle birisi;
-Buyurun deyince;
-Bu
sarayın o güzelliğine ne oldu? Nerede onun o parlak hâli, nerede onun
içerisinde en kıymetli elbiselerle gezinenler, hani o gelip giden
ziyâretçileri? diye sorar. O şahıs ağlayarak;
-Efendim! Onlar
burada emânetçi olarak kalıyorlardı. Ömürleri bitip, bu dünyâdan âhirete
göçtüler. Dünyânın hâli böyledir. Ona gelen gider. Bu dünyâ, kendisine
iyilik edenlere kötülük eder. Bu sarayın sâkinlerinden benden başka
kimse kalmadı. Ah! Dünyâya aldananlara yazıklar olsun! der.
İnsândan
bu fâni, geçici âlemde istenen, aczini anlayan bir kul  olup, kulluk
vazîfelerini yerine getirmek, emredilen ibâdetleri yapmak ve yasak
edilenlerden de sakınmaktır. Zira âhıret için lâzım olan şeyleri, bu
fânî dünyâda hâzırlamak lâzımdır. Hazret-i Osman;
“Şaşarım o kimseye ki, dünyânın fâni, geçici olduğunu bildiği hâlde içindekilere rağbet eder” buyurmuştur.
Ebü’l-Hayr
Fârûkî hazretlerini sevenlerden Hâfız Abdülhakîm Dehlevî ticâretle
uğraşırmış ve ticâretinde de zarar etmiş. Bu durum ona mânen de zarar
vermiş. Bir gün Ebü’l-Hayr hazretleri, onun dükkanının önünden geçerken,
içeri girer ve talebesine;
“Ey kardeşim, niçin kendini
perişan ediyorsun? Niçin keder, üzüntü ve sabırsızlıkla vakitlerini
geçiriyorsun. Allahü teâlâ sana mal, hanım, çoluk, çocuk, sıhhat, şeref
ve îtibâr gibi pekçok nîmet ihsân etmiş. Bunlar içerisinde maldan bir
kısmı zâyi olsa ne olur sanki? Şâyet Allahü teâlâ kalanını da alırsa ne
yapacaksın?” buyurur.
Bu sözler, o talebenin kendine gelmesine sebep olur.
Netice
olarak, insânın kemâli yani olgunlaşması, fânî olduğunu anlamasıdır.
İslâmiyete uymaktan maksat, insân kendinin, bir hiç olduğunu
anlamasıdır. Dâimî, sonsuz var olmak, ülûhiyyet, ilâhlık
sıfatlarındandır ve yalnız Allahü teâlâya mahsûstur. Şu beyitte ifade
edildiği gibi:
Buna fânî dünyâ derler, durmayıp, dâim döner.
Âdemoğlu bir fenerdir, âkıbet bir gün söner!