Celâleddîn Süyûtî

Celâleddîn Süyûtî hazretleri, hadîs imâmı, müctehid idi. 849 [m. 1445]’da Mısır’da doğdu, 911 [m. 1505]’de aynı yerde vefât etti. En kıymetli eseri olan Celâleyn tefsîrinde, İsrâ sûresi 1. Ayet-i kerimesinin tefsirinde buyuruyor ki:  ”Kulu Muhammed’i geceleyin, delillerini göstermek için, Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığı Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi görendir.”
Mirac, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ’ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir. O gece Cebrâîl “aleyhisselâm”, Resulullah Efendimizin yanına geldi ve; “Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey Yaratanın sevgilisi! Ey Peygamberlerin efendisi, iyilikler menbaı, üstünlükler kaynağı olan şerefli Peygamber! Rabbin sana selâm ediyor. Hiçbir Peygambere, hiçbir mahlûkuna vermediği nimeti sana ihsân ediyor. Seni kendine davet ediyor. Lütfen kalk. Buyur, gidelim” dedi. Kâbe yanına geldiler. Cennetten gelen Burak adındaki beyâz hayvana binip, bir anda Kudüs’te, Mescid-i Aksâ’ya geldiler. Geçmiş Peygamberlerden bazısının rûhları insan şeklinde orada idi. Cemâat ile namâz için Âdem, Nûh, İbrâhîm Peygamberlere, imâm olmalarını sıra ile söyledi. Hiçbiri kabûl etmedi. Özür dilediler. Kusûrlu olduklarını söylediler. Cebrâîl “aleyhisselâm”, Habîbullah’ı ileri sürdü. “Sen varken, başkası imâm olamaz” dedi…
Namâzdan sonra, mescidden çıkıp bilinmeyen bir miraç ile, bir ânda, yedi kat gökleri geçdiler. Her gökte bir büyük Peygamberi gördü. Cebrâîl “aleyhisselâm” Sidre’de kaldı ve kıl kadar ilerlersem, yanar, yok olurum dedi… Resûlullah, Cenneti, Cehennemi, sayısız şeyleri görüp, Refref adındaki bir Cennet yaygısı üstünde olarak Kürsî, Arş ve rûh âlemlerini geçip, bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamânsız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vâsıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı ni’metlere kavuşup, bir ânda, Kudüs’e ve oradan Mekke-i Mükerreme’ye, Ümmihânî’nin evine geldi. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamış idi. Dışarıda dolaşan Ümmihânî “radıyallahü teâlâ anhâ” uyuklamış, bir şeyden haberi olmamıştı…

Comments are closed.