Cennetten pencere

Behâeddîn-i Buhârî kuddise sirruh, vefat edince, büyük bir cemaatle kılındı namazı. Ve defnedildi mübârek kabrine.
Bir talebesi telkin verdi. Abdülkâdir adındaki bir talebesi, gördüğü bir vak’ayı şöyle anlatıyor:
Mübârek hocamızı defnedince kabirdeki hâlini merak ettim. Ve teveccüh eyledim nûrlu kabrine. Rabbim kaldırdı gözümden perdeyi. Vâkıf oldum kabir ahvâline.
Şöyle ki;
Kabrine Cennetten bir pencere açıldı.
Ve çok güzel iki hûri içeri girdiler.
Önce selâm verip;
– Efendim biz nice zamandır sizi bekliyorduk. Hak teâlâ bizleri sizin için yarattı. Siz bundan sonra hiç fenâ bir şey görmeyeceksiniz, dediler.
Hocam hûrileri dinledi.
Fakat hiç iltifat etmedi onlara.
Hattâ göz ucuyla bile bakmadı.
Hûriler;
– Bize niçin bakmıyorsunuz? dediler.
Hocam cevâben;
– Rabbimin dîdârını görmedikçe Ondan başka hiçbir şeyi görmemeye ve beni sevenlere şefaat etmedikçe hiç kimse ile meşgûl olmamaya ahdettim, buyurdu.
Hûriler;
– Ne güzel, deyip ayrıldılar.

***

Bu zât, bâzı gençlere emr-i mâruf’un önemini anlatırken;
– Bir insanın kurtuluşuna sebep olmak, Peygamberlik görevi yapmaktır, buyurdu.
Şaşırdılar:
– Peygamberlik görevi mi efendim?
– Evet. Bütün Peygamberlerin bir tek vazîfeleri vardı ki, o da insanları gafletten uyandırmak ve Allahın birliğini herkese teblîğ etmekti. İşte emr-i mâruf da bunun için yapılır, buyurdu.