Felsefe mi, hikmet mi?

insanoğlu her zaman yaradılışın sırrını merak etmiş; kâinatı anlamaya çalışmıştır. Peygamberler ve semavî dinler, buna ilahî bir izah getirmiş; bunlardan haberi olmayanlar ise bu işi akıllarıyla çözmeye çalışmıştır. Bundan da felsefe doğmuştur. Yunanca filo+sofya, bilgiye duyulan aşk demektir. Felsefe, bunun Arapçasıdır. İsa aleyhisselâm dünyada az kaldığı için Hristiyanlığın mukaddes metinlerinde bu işi çözecek ipucu azdı. Bu sebeple coğrafî yakınlık itibariyle Yunan felsefesinden medet umuldu. Eflatun’un her şeyi üçlü bir tarzda izah eden felsefesi de, teslis olarak Hristiyanlığa girdi. Şu halde felsefeyle bu temas, Hristiyanlığa pek de hayır getirmedi. Asırlarca sürecek inanç ihtilaflarına zemin hazırladı.
Felsefeye kim muhtaç?
Müslümanlar bu bakımdan daha şanslıydı. Gerek Kur’an-ı kerimde, gerekse Hazret-i Peygamber’in sözlerinde, varlığının sırrını aydınlatmaya matuf ipuçları fazlaydı. İslâm bilginleri, hikmet adı verilen bu naklî delilleri esas alarak, aklî delilleri de kullanıp bir manevî tabiat anlayışı meydana getirdiler. Gazalî gibi İslâm bilginleri, felsefeyi reddetmediler; ama semavî dinden haberi olanların, kâinatın sırrını akıl ile değil, öncelikle nakil ile anlamaya çalışması gerektiğini bildirdiler. Yaratılmış olan aklın, yaratıcıyı hakkıyla kavramasının mümkün olmadığını söylediler. Felsefe ile kâinatın sırları anlaşılır; dinin emirlerinin hikmetleri anlaşılır; ama inanç esasları ve dinin hükümleri anlaşılamaz dediler.
İslâm medreselerinde, hikmet-i tabiiyye (tabiat felsefesi) adıyla fizik, kimya, biyoloji, matematik ve astronomi okutulduğu gibi; kelâm ve fıkıh ilmi çerçevesinde hikmet-i şer’iyye adıyla da dinî emir ve yasakların sebepleri üzerinde durulurdu. Buna Batı’da “İslâm felsefesi” deniyorsa da, doğru bir tabir değildir. Zira Müslümanlıkta hikmet, sebebin üzerinde tutulamaz. Yani bir hüküm, öncelikle ilahi emir olduğu için yapılır; güzel veya çirkin olduğu için değil. Felsefe, ilahi hükümlerin konuluş sebeplerini anlamada insana yardımcı olur. Şarklılar buna tefekkür demeyi tercih etmişlerdir. Avrupa’nın aksine, İslâm dünyasında felsefeye ihtiyaç hissedilmemiştir.
teoloji FAKÜLTESİ
Medrese yanında modern tarzda İlâhiyat Fakültesi, 1900’de Dârülfünûn’a (İstanbul Üniversitesi) bağlı olarak kuruldu. 4 yıllık bu fakültede tefsir, hadîs, hadîs usulü, fıkıh, fıkıh usulü, kelâm, İslâm tarihi, ahlâk, tasav­vuf, dinler tarihi, Arap edebiyatı ve felsefe okutulurdu. 1924’te medreseler, 9 sene sonra da İlahiyat Fakültesi kapatıldı. Böylece ahalisinin % 95’i Müslüman olan bir ülkede, İslâm dini tedrisatı ortadan kaldırılmış oluyordu.
Demokrasiye geçildikten sonra İnönü, dindarların Demokrat Parti’ye rağbetini önlemek maksadıyla, devlet eliyle dinî tedrisata izin verdi. İmam-Hatib Mektebi yanında, 1949’da Ankara’da bir İlâhiyat Fakültesi kuruldu. Hoca kadrosuna, eski ulemadan ziyade, umumiyetle dinî ve ilmî ciheti zayıf, fakat inkılâba sadakati müseccel kimseler getirildi. Dinî ilimler yanında, felsefe, psikoloji, sosyoloji, sanat tarihi gibi ilahiyat fakültesi için elzem dersler konuldu. Buna rağmen dindarlar tarafından -istisnalar bir yana- insanların görmeye alıştığı ihtiram telkin eden İslâm bilginleri yerine, (Rusya’daki gibi) resmî ideolojiye bağlı okumuşlar yetiştireceği endişesiyle pek hüsnü kabul görmedi. Tek Parti Hükümeti’nin arzusu da muhtemelen felsefe yardımıyla, dinî gelenek ve prensiplerin, yeniden dizayn edilmesiydi.
Demokrat Parti zamanında (1959), daha gelenekçi bir görüntü veren İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü kuruldu. Zamanla bunların sayısı arttı. 1980 ihtilâlinden sonra hepsi ilâhiyat fakültesine dönüştürüldü; 1971’de kurulan ve istikbal va’deden Erzurum İslâmî İlimler 
Fakültesi de kapatıldı. Şu anda bile Türkiye’de münhasıran İslâm dininin öğretildiği müstakil maarif müesseseleri bulunmamaktadır. Felsefeden evvel, temel dinî derslerin daha ciddi okutulması gereken ilahiyatlar, teoloji fakültesi hüviyetiyle var olmalı; bunun yanında Avrupa’nın ileri demokrasilerinde olduğu gibi, tamamen devletten müstakil dinî tahsil müesseseleri bulunmalıdır.

Comments are closed.