İslâmda hayırlı iki amele dâir

Bir sahâbî, Resûlullah Efendimize geldi ve; “Yâ Resûlallah! İslâmda hayırlı [en iyi] amel hangisidir?” diye sordu. Sevgili Peygamberimiz: “Yiyecek yedirmen ve tanıdığına-tanımadığına selâm vermendir” buyurdular.
Bu hadîs-i şerîfin 1. maddesinde, “Allah’ın kullarına yemek yedirme”nin ehemmiyeti anlatılmaktadır. Eshâb-ı kirâm, bu husûsa çok önem verirlerdi. Hattâ yedirecek fazla bir şeyleri olmasa bile, kendileri yemez, misâfire yedirirlerdi. Nitekim bir gün Resûlullah Efendimizin huzûruna bir kimse geldi ve birkaç günden beri hiç yemek yemediğini söyledi. Sevgili Peygamberimiz, buna çok üzülüp bir sahâbîyi kendi hânelerine göndererek bir kişilik yiyecek bulunup bulunmadığını sordurdular.
Ancak Resûlullah’ın evinde de hiç yiyecek yoktu. Bu haberi alınca, bu sefer, Eshâb-ı kirâma hitâben: “Ey Eshâbım! İçinizde bu fakîri evine götürüp karnını doyuracak kimse var mı?” diye sordular. Lâkin o günlerde kuraklık ve kıtlık hüküm sürdüğünden, Eshâb-ı kirâmın evlerinde de misâfir ağırlayacak miktarda yemek bulunmuyordu.
O arada bir sahâbî: “Yâ Resûlallah! Onu ben misâfir edebilirim” dedi ve o kimseyi alıp evine götürdü. Hanımına: “Bir misâfir getirdim. Bir şeyler hâzırla da birlikte yiyelim” dedi. Hanımı: “Olur ama, evimizde sâdece çocuklara yetecek kadar yemek var” diye söyleyince, o sahâbî: “Olsun, çocukları uyut. Bu akşam yemesinler. Biz de yemeyelim” dedi.
Hanımı, o bir kişilik yemeği tepsiye koyup getirdi. Misâfirle o sahâbî yemeğe oturdular. Ancak ev sâhibi de yiyecek olsa, misâfirin karnı doymayacaktı. O sahâbî düşündü ve kendi kendine: “Ben de yesem, misâfir doymayacak. Ben yemezsem, bu sefer de misâfir utanır ve rahat yiyemez” dedi ve kandilin yanına gitti. Kandilin ışığını fazlalaştırıyormuş gibi yapıp kandili söndürdü ve: “Eyvâh kandil söndü. Yağ da yok ki koyalım. Neyse karanlıkta da yeriz” diyerek gelip sofraya oturdu. Yiyormuş gibi yapıp hiç yemedi. Misâfir o yemeğin hepsini yiyip doydu.
Ertesi gün Resûlullah Efendimizin huzûruna gittiğinde, o sahâbîye: “Dün akşam, o misâfire yaptığın muâmeleden dolayı, Allahü teâlâ, senden râzı oldu” buyurdular.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) halîfelik yaptığı müddetçe, sık sık fakîrlere yemek verir, hattâ fakîrler arasında dolaşıp ekmeği bitene ekmek, yemeği bitene yemek götürürdü. Eshâb-ı kirâm: “Ey mü’minlerin emîri! Siz halîfesiniz. Zahmet etmeyin, bu hizmeti biz yapalım” dediklerinde: “Hayır, ben bu işi yapmaktan büyük haz duyuyorum. Severek zevkle yapıyorum” buyururdu.

SELÂMLAŞMAK
Hadîs-i şerîfin 2. mâddesinde geçen “selâmlaşmak” husûsuna gelince:
İki Müslümânın, karşılaştıkları zaman birbirlerine “es-Selâmu aleyküm” veya “Selâmün aleyküm” demesi ve el ile müsâfeha etmeleri sünnettir. Müsâfeha ederken ikisinin de günâhları dökülür.
Abdullah bin Selâm (radıyallahü anh) buyuruyor ki: Resûl-i Ekrem Efendimiz Medîne’ye hicret buyurduğu zaman mübârek ağzından ilk işittiğim hadîs-i şerîf şu idi:
“Birbirinize selâm veriniz. Birbirinize yemek ikrâm ediniz. Akrabânızın hakkını gözetiniz. Gece herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak selâmetle Cennete giriniz.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri de “Mektûbât” isimli kitâbında, [hadîs-i şerîfte geçen 5 maddeyi sayarak] buyuruyor ki: “Müslümânın Müslümân üzerinde beş hakkı vardır. Selâmına cevâp vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, da’vetine gitmek ve aksırıp ‘Elhamdülillah’ diyene ‘Yerhamükellah’ diyerek cevâp vermektir.”
“Selamün aleyküm” demek, “Ben Müslümânım. Benden sana zarar gelmez. Selâmettesin” ma’nâsına da gelen bir cümledir.
Selâm verene ve aksırıp “Elhamdü lillah” diyene, hemen cevap vermek farz-ı kifâyedir. İşitenlerin cevâbı geciktirmeleri harâmdır. Mektûpla gelen selâmı okuyunca, hemen “Ve aleyküm selâm” demek de farzdır.
Sadece “Selâm” veya “Selâm aleyküm” diyenlere ve başka sözlerle selâm verenlere cevâp vermek farz olmaz.
Müslümân olmayanlara selâm verilmez. Onlar selâm verirse, yalnız “Ve aleyküm” denir. Nikâhla alması ebedî harâm olan onsekiz mahrem kadına selâm vermek câizdir. Selâmlarına cevâp vermek farz-ı kifâyedir…

Comments are closed.