İstanbul’un manevî sultanı Eyyûb Sultân’a yapılan beş nasihat

Dünkü makâlemizde, Resûlullah Efendimiz’in, Hâlid bin Zeyd’e (radıyallahü anh) yaptığı beş tavsiyeyi yazmıştık. Bugün, hadîs-i şerîfte mevzû-i bahis edilen “kanâat” ve “tama” terimleri üzerinde birer nebze duralım. [Kalan üç madde üzerinde de inşâallah başka bir zaman dururuz.]

1- Başkalarının ellerinde olan şeylere göz dikmemek, kendisinde bulunanlarla iktifâ etmek, yanî kanâat ehli olmak çok önemli bir haslettir. Bu, gerçek zenginliktir. Şimdi “kanâat” hakkında birkaç kelime söylemek gerekirse şunları ifâde edebiliriz:
“Kanâat”: “Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğinin emeği, alnının teri ile kazandığına râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek” demektir.
Kanâat, çalışmayıp sâdece eline geçeni kullanmak, tembel tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp gönül huzûru ile yaşamaktır.
Allahü teâlâ, bir hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: “Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim harâmlardan sakın vera’ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (en zengini) olursun, kimseye muhtâc kalmazsın.” (Hadîs-i kudsî-Berîka)
Sevgili Peygamberimiz, hadîs-i şerîflerinde buyurmuştur ki: “İslâmiyetle şereflenen, hayâtı için yetecek nafakaya sâhib olan ve buna kanâat eden kimseye ne mutlu.” (Nisâbu’l-Ahbâr)
“Kanâat tükenmez bir hazînedir.” (en-Nihâye)
“Kanâat eden azîz, tama’ eden (dünyâ lezzetlerini harâm yollardan arayan) zelîl olur.” (en-Nihâye)
2- Tamahtan [tama’dan] sakınmaya gelince:
Ebû Saîd Muhammed el-Hâdimî, “el-Berîka”sında bu konuda çok kıymetli bilgiler vermektedir. O kitâbın bir bölümü “İslâm Ahlâkı” isimli eserde mevcuttur.  Şimdi yerimizin müsâadesi nisbetinde oradan bazı nakiller yapalım:
“Tama”, kalb hastalıklarının onbirincisidir. Dünyâ lezzetlerini harâm yollardan aramaya “Tama” denir. Tama’ın en kötüsü, insanlardan bir şeyler beklemektir. Kibre, ucba sebeb olan “Nâfile” ibâdetleri ve âhıreti unutturan “mubâh”ları yapmak da “tama” olur. Tama’ın zıddına, aksine “tefvîz” denir. “Tefvîz”, helâl ve fâideli şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemektir.
“Şeytân, riyâyı ihlâs olarak ve tama’ı da tefvîz olarak göstererek, insanı aldatmaya çalışır. Allahü teâlâ, herkesin kalbine bir melek vazîfelendirmiştir. Bu melek, insana iyi düşünceler “ilhâm” eder. Şeytân da, insanın kalbine “vesvese”ler, kötü düşünceler getirir. Helâl yiyen bir kimse, ilhâm ile vesveseyi birbirinden ayırır. Harâm yiyenler ayıramazlar. İnsanın nefsi de, kalbine kötü düşünceler getirir. Bu düşüncelere ve arzûlara “hevâ” denir. İlhâm ve vesvese devâmlı olmaz. Nefsin hevâsı ise, devâmlıdır ve gittikçe artar. Vesvese, duâ ederek ve zikrederek azalır, netîcede yok olur. Hevâ ise, ancak kuvvetli “mücâhede” ile azalır ve yok olur…”
Bir hadîs-i şerîfte, “Şeytân, kalbe vesvese verir. Allahın ismi zikredilince, söylenince kaçar. Söylenmezse vesveselerine devâm eder” buyuruldu.
[Bugün de bu bilgilerle iktifâ edelim.]