Kadere râzı olabilmek…

Bu dünyâ zahmet, mihnet, sıkıntı, dert ve belâ yeridir. Bu dünyâya gelen, bu musîbetlere mâruz kalacaktır. Bir kimsenin ana, baba, kardeş, evlât veya dostlarından biri ölebilir. Kişi, çeşitli hastalıklara mâruz kalabilir, iftiraya uğrayabilir, malını, mülkünü kaybedip iflâs edebilir. Bu felâketlere sabretmezse, devamlı huzûrsuz olur, doğru dürüst ibâdet edemez.
Dünyâ ve âhiret hayatında rahat etmek isteyenin, karşılaştığı sıkıntılara, insanların kötülemesine ve çeşitli musîbetlere sabretmesi lâzımdır. Kim Allahü teâlâdan korkarak sabrederse, sıkıntılardan kurtulur, huzûr bulur. Sabreden ise, murâdına erer.
Eyyüb aleyhisselâmın sabrı, dillere destan olmuş ve Allahü teâlâ Onu, sabrından dolayı övmüştür. Allahü teâlâ, sabredenleri sevdiğini ve ecirlerinin hesapsız ödeneceğini bildirmiştir. Sabır, erişmek istenen şeylerin anahtarıdır. Her hayra sabırla ulaşılır. Ne mutlu sabredenlere!

“KULLUK BÖYLE OLUR!..”
Mukadder olan, ezelde takdir edilen şey başa gelir. Eğer sabredilirse ecri görülür. Sabredilmez, bağırılırsa, günaha girilir ve huzûrsuz olunur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi Onun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak kulluğu kabûl etmemek ve sahibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadis-i kudside;
(Kaza ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rab arasın! Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!) buyurmuştur.”
Allahü teâlâ, sevdiklerini sıkıntılara mâruz bırakır. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Dünyada en çok musîbete mâruz kalanlar Peygamberler, âlimler, velîler, şehitlerdir.)
Allahü teâlânın gönderdiği belâ ve sıkıntılara sabrederek göğüs germek, büyük nîmettir. Sabredemeyen felâkete düçâr olur.
Mâruz kalınan felâketler, insanın ibâdet etmesini engelleyebilir. Bir hastalık, bir belâ gelince, bağırıp çağırmak fayda vermez. Aksine zararlı olur. Bunun tek çâresi, Allahü teâlânın takdîrine râzı olmaktır. Mâruz kalınan musîbetlerin ve çekilen zahmetlerin getireceği perişanlıktan kurtulmanın tek çâresi, sabretmektir. Sabırlı olmayan muvaffak olamaz. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
(Kişinin Allah indinde öyle derecesi bulunur ki, ona ameliyle ulaşamaz. Fakat vücudu bir musîbete mâruz kalır. Bununla o dereceye ulaşır.)
Allahü teâlânın;
(Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezâlanır ve o, kendisine Allahtan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamaz) meâlindeki kelâmı nâzil olduğu zaman, hazret-i Ebû Bekir, Peygamber efendimize;
-Yâ Resûlallah, bu âyetten sonra nasıl ferahlanılır? diye suâl edince, Resûlullah efendimiz cevaben buyurdular ki:
-Yâ Ebâ Bekir! Sen hiç hasta olmuyor musun? Senin başına hiç musîbet gelmiyor mu? Sen hiç ezâlara, cefâlara mâruz kalmıyor musun? Hiç kederlenmiyor musun? İşte bütün bunlar, senin kusûrların, senin hatâların için birer keffâret olur, kusûrlarının bağışlanmasını sağlar.

“TESTERE İLE KESİLİRDİ DE!..”
Habbâb bin Eret hazretleri anlatır:
“Bir defasında biz, Resûlullah efendimize gitmiştik. O, Kâbe’nin gölgesinde oturmaktaydı. Kendisine dedik ki:
-Yâ Resûlallah, müşriklerin, dinimizden dönmemiz için bize verdikleri eziyet ve sıkıntılara katlanmamız için, Allahü teâlâya duâ edip, yardım talebinde bulunur musunuz? Bizim bu sözümüz üzerine şöyle buyurdu:
-Sizden önceki kavimlerde, bâzan bir adam getirilir, bir çukur kazılarak oraya konur, sonra da testere ile başı ikiye ayrılırdı. Fakat bu azâb bile onu dîninden döndüremezdi.
Netice olarak, Allahü teâlânın takdirinden râzı olmalı, sabretmeli, dayanmalıdır. Allahü teâlâ, sevdiklerinin günâhlarını affetmek için, onlara dert, belâ gönderir. Tövbe, istiğfâr edince de, günâhlar affolur. O hâlde, dert ve belâdan kurtulmak için, çok istiğfâr okumalıdır.