Mahcup etmek ister, ama…

Hazret-i Mevlâna zamanında ilim sahibi bir kimse vardır ki bu zata düşmanlık besler.

Aleyhinde sözler söyler.

Bir gün de toplar talebesini.

“Haydi kalkın, Mevlâna’ya gidelim. Çetin sualler sorup onu mahçup edelim” der.

Ve kollarını sıvarlar.

Zor sualler hazırlarlar.

Kendi de çalışmaya koyulur.

Bir ara karşısında Hazret-i Mevlâna’yı görür gibi olur.

Gözlerine inanamaz.

Derken büyük velî kaybolur.

“Herhâlde hayal gördüm” der.

Ve çalışmaya devam eder.

Ama içi rahat değildir.

Çözemez bu muammayı.

Zira gözleriyle görmüştür Mevlâna’yı.

Tekrar başlar çalışmaya.

Çetin sualler bulmak için uğraşırken “büyük zatı” yine görür.

Bu defa gençler de görmüştür.

Büyük velî, bütün heybetiyle karşılarında bir müddet durur!

Sonra birden kaybolur.

Evet bu, hayal falan değildir.

Gördükleri, bu “büyük velî”dir.

Derken namaz vakti girer.

Namaz için yan odaya geçerler.

Fakat o da ne?!..

Odanın dört duvarında yazılar vardır.

Merakla okurlar ki hazırladıkları suallerin cevaplarıdır.

Hepsi bir dehşete düşer!

O âlimin de kalbine ‘pişmanlık’ çöker.

Yapacağı tek şey vardır…

Özür dilemek.

Alır talebesini, dergâha gider.

Elini öpüp affını diler.

“talebesi” olur, bu yolda ilerler…