Şükretmek büyük nimettir!..

Allahü teâlâya şükretmek, O’nun dînini kabûl etmek ve dîninin ahkâmını yapmak demektir… Kur’ân-ı kerîmde buyuruldu ki:
(Îmân ederseniz ve şükrederseniz neden size azâb edeyim?)
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyuruldu:
(Allah bir kula büyük veya küçük bir nimet verince, “Allaha hamdolsun” derse, ona verdiğinden daha fazîletlisini verir.)
Şükrün ilmi, nimeti Allahü teâlâdan bilmektir. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya suâl etti:
– Yâ Rabbî! İnsanlara el, ayak, göz, kulak ve bunlara benzer birçok nimetler verdin. Bu nimetlerin şükrünü nasıl îfâ edebilirler?

KENDİNDEN BİLMEZSE!..
Allahü teâlâ buyurdu ki:
– Yâ Mûsâ! Bir kimse kendine verdiğim nimeti benden bilip, kendinden bilmezse, nimetlerimin şükrünü edâ etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmezse, nimetin şükrünü edâ etmemiş olur.
Mûsâ aleyhisselâm bunları işitince hemen şükür secdesi yaptı…
Nimet umûmî olunca, insanlar bunları görmez ve nimetin kıymetini bilmezler. Ancak kıymetini, o nimete kavuşmayan bilir. Gençliğin kıymetini yaşlanmış olanlar, sıhhatin kıymetini hastalar, âfiyetin, rahatın kıymetini, belâya uğrayanlar, zenginliğin kıymetini ise fakirler bilir…
Bize iyilik edenlerin de hakkını gözetmek ve onları hayır duâ ile anmak lâzımdır. Çünkü insanların yaptığı iyilikleri bilmeyen, onlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmemiş olur. Bilhassa bize ilim öğretenlerin hakkına çok önem vermelidir. Zîrâ onlar ebedî saâdete, âhiret nimetlerine ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya sebep olmuşlardır.
Gerçek nimet, âhiret saâdetine ulaştıran şeylerdir. Diğerlerine nimet demek mecâzîdir. Îmân, ilim, sâlih amel, güzel ahlâk, sıhhat, âfiyet, evlât ve diğer nimetlerin hepsini Allahü teâlâdan bilmeli, söz, iş ve mal ile Allahü teâlâya kulluk ederek şükrünü edâya çalışmalı, verdiği sayısız ni’metleri, kötülük ve günâhta kullanmamalıdır!
Allah’ın nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Bu bakımdan nimete şükretmek kolay değildir. O halde şükretmek büyük nimet olmaktadır. Şükretme nimetine de şükretmek lâzımdır…

Beş yüz yıllık taat!
Benî İsrâil’de bir âbid vardı. Allahü teâlâya beş yüz yıl ibâdet etmiş idi.
Küçük bir adanın üstünde bulunurdu. Adanın denize yakın kısmında, bu âbid için tatlı su çıkıp akardı. Allahü teâlâ bu pınarın yanında bir de nar ağacı yaratmıştı. Bu ağaçta her gün bir nar yetişirdi. Âbid her akşam, o pınardan su alır ve o bir narı koparır ve orucunu açardı. Namaz kıldığı zaman duâsı, “Yâ Rabbî, öldüğüm zaman, rûhumu secdede iken al ve hiç kimseye beni defnetmelerini buyurma ki, kıyâmette secdede iken kalkayım” idi. Allahü teâlâ, duâsını kabûl eyledi ve secdede iken vefat etti…
Allahü teâlâ kıyâmette onu diriltir ve “Kulumu, fadlım, ihsânımla Cennete götürün” buyurur. O âbid, “Ben ihsânla değil, amelimle Cennete girmek isterim” der. Allahü teâlâ, “Ey meleklerim, kulumu, üzerindeki nimetlerimle beraber hesâba çekiniz, onun yaptığı taat beş yüz yıllıktır” buyurur. Melekler, hesâb ederler. Ölçerler ve yalnız göz nimetini, beş yüz yıllık ibâdetten fazla bulurlar. Allahü teala “Ey kulum, Cehenneme git!” buyurur. Melekler onu Cehennem tarafına sürüklerler. O zaman, “Yâ Rabbî, beni kendi fadlın, ihsânın ile Cennetine al” der. Allahü teâlâ buyurur ki: “Ey kulum, seni yoktan kim yarattı?” “Sen yarattın, yâ Rabbî.” “Benim bu yaratmam senin tarafından mı, benim ihsânımla, rahmetimle mi oldu?” “Senin rahmetinle oldu yâ Rabbî.” “Karalardan çok uzak adada, tatlı su yarattım. Senede bir defa meyve veren nar ağacından, her gün bir nar bitirdim. Sonra rûhunu secdede almamı istedin, öyle yaptım. Bütün bunları senin için kim yaptı?” “Hepsini sen yarattın, yâ Rabbî.” Bu cevaptan sonra Allahü teala ona şöyle buyurur: “Şimdi benim rahmetim ve fadlım ile Cennete gir!”

Comments are closed.