Suret hakikatin yerini tutamaz!..

Her şeyin bir sureti (şekli, görünüşü) bir de hakikati vardır. Büyük benzerliğe rağmen aralarında muazzam farklar vardır.
Yapmacık bir elma, armut, portakal, üzüm, muz renk ve görünüşte hakikisine çok benzer ama tadı yok, kokusu yok. Bunlar süs için yapılmış şeylerdir. 
Müzede yırtıcı hayvanların bazısını görürüz; arslanlar, kurtlar, filler, ayılar, yırtıcı kuşlar ve korkunç hayvanlar vardır. Fakat onlar hareketsiz, içleri lif ve pamuklarla doldurulmuş cesetlerdir. Onlarda hayat yok, hücum edecek güç mevcut değil, hiçbir şey hissetmezler.
Şüphesiz suret hakikatin yerini tutamaz, onun yerini dolduramaz. Suretin hakikatle mücadele etmesi düşünülemez. Aralarında çarpışma olsa suret derhal yere serilir…
Suret heybetli, korkunç olsa bile, hakikat mutlaka ondan üstündür. Bir çocuk, ince zayıf eliyle, içi lif, pamuk dolu bir arslanı yıkabilir. Çünkü çocuk, küçük de olsa bir hakikat taşımakta… Arslan, heybetli de olsa nihayet surettir, şekildir.

ONLAR GÜZEL AHLÂKLIYDI…
Eshab-ı kirâmın (aleyhimürrıdvan) imanları da, ibadetleri de hakikatti, bizimki gibi suret değildi.
Onlar manen çok yükseldiler, himmetleri de öyle yüceldi, şahsiyetleri öyle büyüdü ki, dünya ve dünya zinetleri, kralların debdebe ve saltanatları, zenginlik onların nazarında çocuk oyuncağından, kumaş veya kâğıttan yapılmış yapmacık bebek ve biblolardan öteye geçemedi.
Onları hiçbir şey korkutmadığı gibi hiçbir şey de gözlerinde büyümüyordu. İmanları ve güzel ahlâkları onlara yetmişti. Bütün insanlara iyilik yapmak ve onları iki cihan saadetine kavuşturmak en büyük arzularıydı.
Kadisiye Savaşından önce başkomutan Sa’d İbni Ebi Vakkas radıyallahü anh, İran başkomutanı Rüstem’e, Rıb’iy bin Amir’i elçi olarak gönderdi. Rıb’iy mağrur Rüstem’in yanına girdiğinde; tahtını altından yapılmış, inci ve yakutlarla süslenmiş buldu. Rüstem’i de, başında tâc, üzerinde göz kamaştıran elbiselerle, bir mabut gibi oturur gördü. Rıb’iy hazretleri bu manzaraya gülerek baktı ve hiç önem vermedi.
Rüstem sordu: 
-Bu kadar uzun mesafeyi katederek buralara kadar niçin geldiniz? O da şöyle cevap verdi: 
-Bizi Allahü teâla gönderdi. Görevimiz de; insanları insanlara veya başka şeylere tapmaktan kurtarıp, bütün kâinatı yoktan var eden ve dilediği anda da yok etmeye muktedir olan Rabbimize ibadet etmeye; diğer dinlerin zulmünden kurtarıp, İslamın adaletine, dünyanın darlığından çıkarıp, dünya ve ahiretin genişliğine kavuşturmaktır. Kabul ederseniz el kaldırmadan geri döneriz, bizim kardeşimiz olursunuz. Reddedenlerle de Allah’ın vadi tahakkuk edinceye kadar savaşırız.
Başkomutan Rüstem imanla şereflenseydi; hem makamı mevkii ona kalacaktı, hem de ahirette ebedi saadete kavuşacaktı. Ama nasibi yoktu…
Aradan uzun yıllar geçti. Müslümanlar, Allahü teâlânın kendilerini bir gaye için gönderdiğini unuttular veya unutur göründüler. İnsanları, kullara tapmaktan kurtarmak için Yarımadalarından çıktıklarını unuttular. Onlar da dünyaya meylettiler. 
Risâlete inanmayan, ahirete dönüş hesabını düşünmeyen bir insanın eğlenceli ve başıboş hayatı gibi yaşadılar. Böylece daha önce savaştıkları cahiliyye milletlerine benzediler. Cenab-ı Hak da onlara milletlerin en fena ve en vahşisi olan Moğolları musallat kıldı. Moğollar, onları kılıçtan geçirip kanlarından nehirler akıttılar, her türlü işkenceyi yaptılar.

“YÜREKLERİ KATILAŞMIŞTI!..”
Fakat bu çapta bir hadise dahi Müslümanları uyandıramadı. El En’am suresi 43. ayet-i kerimede meâlen buyuruluyor ki:
“İşte onlar, kendilerine bir azabımız gelip çattığı zaman olsun yalvarmalı değil miydiler? Fakat yürekleri katılaşmış, şeytan da yapmakta oldukları kötülükleri onlara güzel göstermişti.”
Zaman, Müslümanların aleyhine işledi. Batı medeniyetinin tesiri altında kalarak maddeye tapma, dünyayı sevme, dünya menfaatlerinin peşinde koşmayı gaye edinme gibi geçmişlerine yakışmayan hâllere girdiler…
Bütün bunların neticesinde Müslümanların içinde bir nesil türedi… Zihni aydın; fakat ruhu karanlık, kalbi boş, yakini zayıf, dini az denecek derecede…
El Münafikun suresi 4. ayet-i kerimede meâlen “Onları gördüğün zaman gövdeleri (kalıpları, kıyafetleri) hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Halbuki onlar odunlar gibidir. Her şeyi aleyhlerinde sanırlar…” buyurulmaktadır…