Taklitçilikten kurtulalım

İki gün sonra milâdi takvime göre yeni bir yıla daha girmiş bulunacağız. Ömrümüzün bir senesi daha gitti. Kabir hayatına biraz daha yaklaştık…
Yaşadığımız ve yaşayacağımız üç hayatımız vardır: Bir dünya hayatı, iki kabir hayatı, üç ahiret hayatı… Bu üç hayatın en kısa olanı halen yaşamakta olduğumuz, daha ne kadar yaşayacağımızın belli olmadığı dünya hayatıdır. En kıymetli olanı da budur. Çünkü üç hayatımızı buradan kazanmak zorundayız. Bunun için geride bıraktığımız bir senenin değil her saatimizin kıymetini bilmeli ve en iyi bir şekilde değerlendirmeliyiz.

BİR YILIN MUHASEBESİ…
Bu yeni senenin farkı sadece duvardaki takvimi değiştirmek olmamalıdır. Geride bıraktığımız ve bir daha ele geçiremeyeceğimiz altın değerindeki bir yılımızın muhasebesini yapmalıyız.
Geçirdiğimiz yılda iyi ve yararlı işler yaptıysak onları bu yeni yılda artırmalıyız. “Nasıl daha başarılı olabilirim, nasıl daha çok güzelliklere imza atabilirim?” düşüncesi bizde hakim olmalıdır.
Hatalarımızı da tesbit etmeliyiz, onları bir daha hiç yapmamaya veya daha az yapmaya şartlanmalıyız. Yeni yıl böyle kutlanır. Yoksa içki içmek, çam devirmek, evleri “Noel Ağacı” ile süslemek çılgınlıktan başka bir şey değildir.
Hristiyanların bu tutumunu elbette yadırgamıyoruz. Her toplum, kendi dinine ve töresine göre yaşar ve yaşamayı sever. Bu, insanların tabii hakkıdır. Bunun için de onların; kendi takvimlerine göre, kendi mukaddes bildikleri günleri, gönüllerince değerlendirmelerini normal ve tabii karşılıyoruz.
Bizim yadırgadığımız husus başkadır. Biz, bir taraftan Müslüman olduğunu söyleyip, diğer taraftan Hristiyanlar gibi Noel kutlayan kimsenin varlığına şaşarız!..

ŞAŞMAMAK MÜMKÜN MÜ?!.
Her yıl, aralık ayının son haftasında, bizimle aynı adı taşıyan birçok insanın, çocuklarının ellerinden tutarak, çarşıda pazarda çam ağacı aradığını, “Noel Baba”lı kartpostallar satın aldığını, irili ufaklı hediye paketleri hazırladığını üzülerek görüyoruz.
Son haftada hindi satışlarının büyük marketlerde hangi boyutlara vardığını herkes biliyor. Hele içki tüketimi… Yılbaşı gecesinden sonra büyükşehir belediyeleri temizlik işçileri, koca şehri sarhoş kusmuğundan arındırmak için saatlerce seferber oluyorlar.
Dinî ve millî bir gelişme karşısında ürpererek “irtica” çığlıkları basanlar, her nedense bu rezâletler karşısında sessiz kalırlar, hatta memnun olduklarını söylerler. Şaşmamak mümkün değildir!
Kendi inançlarının gerektirdiklerini bırakıp, kendi örf ve âdetlerini terk eden bir topluluk kendisine olan güvenini kaybeder.
Taklidine çalıştığı insanları kutsal kabul eder. Bu da telâfisi mümkün olmayan yaraların açılmasına sebep olur. O millet artık yok olmuş demektir. Kendisine güveni olmayan bir pehlivan, bir çocukla güreşirse kaybeder.
Bir adam çocuğuna dese ki: “Bak yavrum! Şu çocuk nasıl giyiniyorsa sen de öyle giyin, nasıl yemek yiyorsa sen de öyle ye, o ne yapıyorsa sen de aynısını yapmaya çalış!” Bunları duyan çocuk şöyle düşünür; onlara benzemez isek hiçbir değerimiz olamaz.

EN BÜYÜK TEHLİKE!..
Şimdi söyleyin Allah aşkına! Bu çocukta kendine güven diye bir şey kalır mı? Dâima kendini bir “hiç” olarak görür, taklit ettiklerini ise üstün ve kutsal kabul eder. Bunun aksini hiç kimse iddia edemez. Bu da, bir milletin örf ve âdetleriyle beraber erimesi ve yok olması demektir.
“Bir madde, bir sıvının içinde erimiş ve kaybolmuşsa, meselâ: Şeker veya tuz, suda erimiş ve yok olmuşsa, onu bazı kimyevi müdâhalelerle tekrar çıkarmak mümkün olur. Fakat bir millet erimişse, onu, hiçbir müdâhale tekrar ortaya çıkaramaz.”
Bir millet için bundan daha büyük bir zarar, daha korkunç bir tehlike olamaz…

Comments are closed.