Aklına neler gelmiyordu ki bu gece vakti İbrahim’in?

Aklına neler gelmiyordu ki bu gece vakti İbrahim’in?




 

 

Sabah diye gözünü açtı… Yıldızlar yere inecek kadar capcanlı ona göz kırpıyordu.

 

İbrahim Hakkı:

– Rabbimin her işi hikmetlidir eze… Bırakınız eze! Harikulâde, olağanüstü şeyler aramayı; bir insan, önce kendi ilk yaratılışını, doğumunu, çocukluğunu, kendinde bulunan maddi ve manevi nimetlerini, bir ağaç yaprağını, bir tohumu, bir yağmur damlasını, çevresinde uçan, yürüyen, yüzen mahlûkatı ve hayatın vazgeçilmez kanunlarını, şöyle bir düşünerek tefekkür etse, incelese zaten Yaradan’ı ve onun hikmetlerini bulur. O’nun eseri olmayan, O’nu işaret etmeyen, O’ndan olmayan bu kâinatta en küçük bir zerre bile yoktur… Tesadüf diye bir şey de yoktur…

– Âmennâ ve saddaknâ…

– Âkil geçinen bazı densizler; güya olmayan akılları sıra insanlara akıl vermeye kalkışıyorlar! Tek yaratıcıyı, o ilk var edici, bizi yoktan var eden Rabbimizi, şu uçsuz bucaksız kâinatı yaratanı inkâr edip TABİAT denen cansız, şuursuz kendinde bir ilim irade ve yapma, edebilme gücü, kuvveti olmayan maddeye, bir güç, kudret izafe etmeye kalkışıyorlar. Yaratanı inkâr edince onun yerine koyabilecekleri bir şey söylemek mecburiyetindedirler zaten. Fiilen yaptıkları da bu! Biz şükür ki aklen, ilmen, kalben ve fıtraten iman ettik, elhamdülillah…

– Elhamdülillah! İman var her şey var, iman yok hiçbir şey de yok!

– Âmennâ… Rabbim “başında akıl taşıyan ve düşünebilen” her insana, hakiki iman nasip etsin…

– Âmin, âmin! Canım evladım… Tam âlimlere yakışan sözler…

– Estağfirullah eze! Hocamdan duyduklarımı tekrar ettim. Anlayacağınız iyi bir papağanım sadece…

– İşte o hocan da her papağana bunları öğretmiyor. Rabbim salih ve saliha evlatlar ihsan eylesin, yâr ve yardımcınız olsun. Mübarek olsun İbrahim’im…

– Âmin, ecmâin! Rahmetle…

– Dışarıda rahmet de vazifesini tamamladı.

– Hikmetinden sual olamaz Rabbimin!

– Âmennâ!

Akşamın karanlığından, sabahın nuru gerek,

Sen bana, ben sana teslim olup murada erek…

            ***

Sabah diye gözünü açtı İbrahim. Pencereden başını uzatıp gökyüzüne baktı. Yıldızlar yere inecek kadar capcanlı ona göz kırpıyordu. “Şafak atmamış” diye söylendi. Yeniden yatağına döndü. “Horozlar da ötmeden önce uyanıvermişim. Benim gibi zar zor uyanan bir adam için hayret verici. Yoksa evlilik insanı değiştiriyor mu ne?”

Aklına neler gelmiyordu ki bu gece vakti?

Hanımı onu uyandırmaya çalışacak ve o da duymayacaktı. İlk mücadele bu hususta başlayacaktı belki de… Uyku sersemliğinde onu bir şey sanacak, maharetli el, kol ve ayak darbeleriyle bir yandan dürterken bir yandan da “İbrahim kalk!” diye tutturacak. O da işe yaramayınca önce yükselen “İbrahim! İbrahiiim!” sonra alçalan bir ses tonuyla, tam kulağının dibinde: “İbrahiim! İbrahiiiiiim!” ve giderek kabalaşan bir sesle “Ne öldün mü? Sana kalk diyorum İbrahim!” İfadeleriyle onu hayattan bezdirecek, canına tak dedirtmek suretiyle uyandıracaktı. O evden çıkana kadar da dıdı dıdı söylenmeyi ihmal etmeyecekti. Oysa o sırada, yeniden uyumak ve rahatlamak yerine; niçin söylenip durduğunu merak edeceği ve söylediklerinin muhtevasına da pek ehemmiyet vermeyeceği gergin hayat mücadelesi ta evde başlayacaktı. Ama öyle olmadığı şimdiden belliydi. DEVAMI YARIN