“Ey bulutlar! Ne hikmettir siz de suskunsunuz…”

“Ey bulutlar! Ne hikmettir siz de suskunsunuz…”




 

 

Başını gökyüzüne çevirip uçuşan pamuk misali bulutlara takıldı bu sefer de…

 

Yükseklerden olup bitenlere bakmak ona ayrı bir haz veriyordu. Engebeli arazinin sisler içinde kayboluşu nerelere götürdü, neler hatırlattıysa; dünyanın portakal şeklinde oluşuna, bulutların alt alta yürüyüşüne, dağların, vadilerin hikmet dolu oluşuna hayret ediyordu. “Yaratılanı severim Yaradan’dan ötürü” diyen Yunus’un büyüklüğünü düşündü. “Ne de hoş söylemiş Emre hazretleri” dedi.

Sakinlik, tefekkürün birinci şartı mıydı yoksa?! Etrafında, nebatatı saymazsak kuşlardan, böceklerden başka canlı görünmüyordu. Kalabalıklar içinde yalnızlık hissinin buralarda hakikisiyle tanışıyordu. Koca dünyada sadece o yalnızdı sanki… Hafif hafif esen rüzgâr; hırkasından girip ta içini ferahlandırıyordu. Güneşin batmaya yakın mavi ve kırmızının tonlarına boyadığı kullanılmış pamuk istifi gibi görünen bulutlar; hızla süzülüyorlar Tillo’nun üstünden üstünden. Dünyanın dönüşünü, zamanın akışını hatırlatırcasına mazisini, istikbâlini düşünüyordu gayriihtiyari…

Başını gökyüzüne çevirip uçuşan pamuk misali bulutlara takıldı bu sefer de:

– Hey bulutlar! Nereye gidiyorsunuz öyle acele acele?

– !!!

– Gideceğiniz yere beni de götürün!

– !!!

– Mümkün olsa… Siz nereye ben oraya! Kimsenin, ama hiç kimsenin bilmediği memleketlere gidesim geliyor! Üzüntülerin, kederlerin olmadığı bir hayat nerede ey bulutlar? O zaman hayatın ne mânâsı kalır tam bilmiyorum ama yalnızlığı, masumlarla konuşup dertleşmeyi seviyorum…

– !!!

– Ey bulutlar! Ne hikmettir siz de suskunsunuz… Kuşlarım gibi!

– !!!

– Anlaşıldı; burada kimseyle karşılıklı sohbetimiz olmayacak. Onlar benim, ben onların dilini bilmiyorum!

– !!!

Sonsuzluğu kucaklamak ister gibi kollarını boşluğa açarken, ruhunun basit bir sebepten veya aşırı memnuniyetten uçup gideceğini zannediyordu İbrahim. Gün oluyor keder ve hasretlik içinde kavruluyor, gün oluyor huzur ve saadet içinde dalgalanıp duruyor, hem hüngür hüngür ağlamak istiyor, hem de hakikati haykırmak… Birbirine zıt dünyaları yaşıyordu sıkça.

“Rabbim; verdiğin nimetler için binler kere binler hamd olsun… Elhamdülillah! Bu kadar nimet içinde aklıma gelenlere bak hele!” dedi; “estağfirullah” çekti, şükürler etti hâline.

Ne olursa olsun şükret hâline!

Sahip ol kalbine hemi diline!

             ***

İbrâhim Hakkı hazretleri, bazen tek başına, bazen de talebeleriyle “Cebel-i Ra’sil Kuvâ” ismi verilen bu tepeye çıkar, serin havasını teneffüs eder, dağla-taşla, kurtla-kuşla hâlleşirdi kendi dünyasınca. En çok sevdiği meşguliyetlerinden biriydi hiç şüphesiz.

Bütün Tillo halkı da bu hâli biliyor; “bir hikmeti vardır… erenlerin işine karışılmaz” diyor, fazla ileri gitmiyordu.

İbrahim Hakkı, dağ, medrese, talebeler, güvercinler, çeşit çeşit kuşlar… sema, ay, güneş, yıldızlar ve tefekkür… Bir bütünlük arz ediyorlardı. DEVAMI YARIN