“İbrahim’im buraları iyi tanı ikinci vatanın bil, sev!..”

“İbrahim’im buraları iyi tanı ikinci vatanın bil, sev!..”




“Hasankale’de kar tanesi olup babama doğru yağmayı çok hayal etmiştim.”

 

İbrahim, amcasını can kulağıyla dinliyordu:

– Ben de senin bu yaşındayken öyle dalar giderdim! Çok küçükken anlamıştım; hatıralarla yaşanacağını.

– Uyandım galiba!

– O zaman ver elini bakayım yeğen; haydi Tillo’ya!

– Haydi Bismillah!

Taşlı yollardan süratle geçerlerken, etraftaki meyve, sebze bahçeleri, alabildiğince uzayıp giden üzüm bağları, ekin tarlaları dikkatini çekiyordu İbrahim’in. “Buralar da aynıymış; gök mavi, bulutlar beyaz, şen şakrak serçeler, kara kargalar, irili ufaklı bahçeler, zümrüt yeşili tarlalar… Değişen şey ne ki; insanlar ordan oraya hicret edip duruyorlar?” dedi, amcasına baktı. O hâlâ kendi âlemindeydi.

                   ***

GÖNÜL SULTANLARI ŞEHRİ

           T    İ    L    L    O

Bazı yerlere rastgele dökülmüş kuru buğday tanelerini toplamaya çalışan tavuklar; ayak seslerinden ürkerek “gak gak” diye kaçışıyor, yine aynı yere dönüyorlardı. Derede kar lâpalarını hatırlatan kaz tüyleri, daha ileride at arabaları, kırık bir değirmen taşı; beride kireç badanalı bir evin önünde çocuklar evcilik oynuyordu.

Tillo; diye girdikleri bu yerde yaşayacaktı artık. Hasankale’den farksız değildi. Taştan, tahtadan yapılmış, bazıları iki katlı, çoğu tek katlı evler, dar toprak sokaklar, güneşin kavurduğu esmer tenli köylüler, sağa sola koşuşturan kediler, köpekler…

İbrahim; derin derin soluklandı, bütün ciğerlerini tertemiz havayla doldurdu, rahatladı. Mis kokulu papatyalarla, sıra sıra dizili ağaçların kendi lisanlarıyla konuştuğu yer miydi yoksa burası? Ne o, ne bu; galiba burası sessiz, sakin, insanı rahatlatan bir yerdi… İlmin, irfanın merkezi Tillo’ydu…

 

Hakkîn olıcak işler.

Boşdur gam u teşvişler!

Ol hikmetini işler!

Mevlâ görelim neyler.

Neylerse güzel eyler…

 

Atı yedeğinde olan Ali Efendinin önce bakışları yumuşadı, İbrahim’in göz hizasına kadar eğildi. Her iki elinden tuttu, fısıldayarak; amca yeğen konuşuyorlardı. Sanki son nasihat eder gibi hüzünlendi:

– Bak İbrahim’im buraları iyi tanı. İkinci vatanın bil, sev! Ağabeyimin yanında belki demeye hayâ ederim, bizi de unutma ha!

– Hiç unutur muyum emmi!

– Bir de…

– De, her şeyi söyle emmi!

– Nasıl desem?

– Lütfen…

– Hep muhabbet dolusun! Onu devam ettir.

– İnşallah.

– İbrahim’im hep muhabbetle dolmak, saadete kavuşmak ne kadar mühimse bir o kadar da tebessümler dağıtmak lazım. Ebediyyete kadar; ak bir kelebek gibi savrularak rüzgârın önünde, yedi kat göğü aşıp maviliklerde uçuşan ak ipeklerden bir kar tanesi olmak lazım…

– Hasankale’de kar tanesi olup babama doğru yağmayı çok hayal etmiştim.

– İşte ak olmasa da boz bir kelebek olarak geldik babanın kapısına kadar. Bakalım seni karşısında birden görünce ne yapacak!?

– Bakalım!

– Hem yükseklerde olmak lazım, hem uçan olmak… Tertemiz, saf ve bembeyaz kalmak İbrahim’im… Ve sonsuz saadete kavuşmayı hak edenlerden olabilmek, mühim olan!

– Bu son nasihatlerini unutmayacağım emmi.

– Berhudar olasın İbrahim’im… DEVAMI YARIN