Özür dileyenin, özrünü kabul etmeli

Müslümânın ayıplarını örtmek, gizli günâhlarını yaymamak ve kusûrlarını affetmek çok sevâptır. Herkes, kendi kusûrlarını görmeli, Allahü teâlâya karşı yaptığı kabâhatleri düşünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ vermekte acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmelidir. Din kardeşinin ayıbını görünce, ona hüsn-i zan etmelidir. Onu ıslâh etmeli, özür dilediği zaman da, özrünü kabul etmelidir. Zira Müslümânın özrünü reddetmek, kabul etmemek, mekruhtur, günâhtır. Hadîs-i şerîfte;
(Müslümân kardeşinin özrünü kabûl etmemek günâh olur) buyurulmuştur.
Mekke fethedildiği gün, Resûlullah efendimiz, kendisine eziyet eden, sıkıntı veren, inkâr eden Kureyş’in hepsini affetmişlerdi. Yalnız hazret-i Vahşi gibi bazıları, bu affın dışında kalmıştı. Hazret-i Vahşî, daha sonra pişmân olup, Medîne’de mescide gelip, selâm verdi. Resûlullah efendimiz, selâmını aldı. Hazret-i Vahşî;
-Yâ Resûlallah! Bir kimse Allaha ve Resûlüne düşmanlık yapsa, en kötü, en çirkin günâh işlese, sonra pişmân olup temiz îmân etse, Resûlullahı canından çok sevici olarak, huzûruna gelse, bunun cezâsı nedir? diye arz edince Resûlullah efendimiz;
-Îmân eden, pişmân olan affolur. Bizim kardeşimiz olur buyurdu. Hazret-i Vahşî;

“BEN VAHŞÎ’YİM YA RESÛLALLAH!”
-Yâ Resûlallah! Ben îmân ettim. Pişmân oldum. Allahü teâlâyı ve Onun Resûlünü her şeyden çok seviyorum. Ben Vahşî’yim dedi.
Resûlullah efendimiz, Vahşî adını işitince, hazret-i Hamza’nın parçalanmış hâli gözünün önüne geldi. Ağlamaya başladı.
-Git, seni gözüm görmesin! buyurdu.
Hazret-i Vahşî, öldürüleceğini anlayarak kapıya yürüdü. Eshâb-ı kirâm işâret bekliyordu. O ânda Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve Allahü teâlânın şöyle buyurduğunu bildirdi:
(Ey sevgili Peygamberim! Bütün ömrünü puta tapmakla, kullarımı bana düşmân etmeye uğraşmakla geçiren bir kâfir, bir kelime-i tevhîd okuyunca, ben onu affediyorum. Sen, amcanı öldürdü diye Vahşî’yi niçin affetmiyorsun? O pişmân oldu. Şimdi sana inandı. Ben affettim. Sen de affet!)
Herkes, öldürün emrini beklerken Resûlullah efendimiz;
-Kardeşinizi çağırınız! buyurdu. Kardeş sözünü işitince, saygı ile çağırdılar. Hazret-i Vahşî’ye affolduğunu müjdeledi ve;
-Fakat, seni görünce dayanamıyorum. Üzülüyorum. Bana görünme! buyurdu. O da, Resûlullah efendimizi üzmemek için, bir dahâ yanına gelmedi ve mahcûp, başı önünde yaşadı.
Özrü kabûl etmek ve kusûrları affetmek, Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Böyle olmayan kimseye, Allahü teâlâ gadab ve azâb eder. Özürde bulunmak üç türlü olur:
1-Niçin yaptım?
2-Şunun için yaptım.
3-Keşke yapmasaydım veyâ yaptım, bir dahâ yapmam demek. Yâhut yapmadım diyerek inkâr etmektir.
Yaptım, bir dahâ yapmam demek, tövbe olur. Mü’min, affetmesi için özür dilemesini bekler. Münâfık, ayıpların ortaya çıkmasını ister. Hadîs-i şerîfte;
(İffet sâhibi olursanız, kadınlarınız da afîf olur. Ananıza babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân eder. Din kardeşinin özrünü kabûl etmeyen, kevser havzından içmeyecektir) buyuruldu.
Bu hadîs-i şerîf, din kardeşinin kötülük yaptığını ve özrünün yalan olduğunu bilmeyen kimse içindir. Çünkü bunun özrünü reddetmek, Müslümâna sû-i zan olur. Yalan söylediğini bilerek özrünü kabûl etmek, af olur. Affetmek, vâcib değil, müstehabdır.

VELÎ NASIL TANINIR?
Bir gün Ebû Abdullah el-Basrî hazretlerine;
-Velî halk içinde nasıl tanınır, alâmetleri nelerdir? diye sorulunca, cevaben buyurdu ki:
-Velî, dilinin çok tatlı olması, ahlâkının güzel olması, özür dileyenlerin özrünü kabûl etmesi, ister iyi ister kötü olsun, bütün mahlûkâta tam bir şefkat ve merhametle, acımasıyla anlaşılır.
Netice olarak, dost, düşman, herkesi güler yüz ve tatlı dil ile karşılamalı, hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. Herkesin özrünü kabul etmeli, kabâhatlerini affetmeli, zararlarına karşılık yapmamalıdır. Ahmet Makkarî hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Fütüvvet, mertlik, düşmanlık edene iyilik yapmak, seni sevmeyene ihsânda bulunmak ve sevmediğin ile de tatlı konuşmaktır.”

Comments are closed.