Sıkıntı, işkence, çile!..

Efendimiz aleyhisselâm, bir gün mücessem nur misâli Kâbe’ye yürüdü. Kulların hidâyete gelmesi için duâ edecekti. Yalvaracaktı.
Yakaracaktı.
Peki ya müşrikler? Onlar da Kâbe’de toplanmışlar, buna mâni olmanın hesâbını yapıyorlardı. Onlara göre, bu gidişe “Dur!” demeli, söndürmeliydi bu yanan meş’aleyi.
Konuşuyorlardı.
Kin kusuyorlardı.
Derken Efendimizi gördüler. Eh, fırsatı yakalamışlardı. Koşup hep birlikte üstüne çullandılar. Amân Allahım, bu ne kin! Bu ne düşmanlıktı böyle.
Boğacaklardı.
Öldüreceklerdi.
O sırada hazret-i Ebû Bekir radıyallahü anh oradan geçiyordu ki, uzaktan bir grup müşrikle, aralarında Efendimiz’i gördü.
Bakınca anladı.
Tartaklıyorlardı.
“Durun! Ne yapıyorsunuz, size âlemlerin Rabbinden âyet getiren birini mi öldüreceksiniz?” diye bağırdı.
Resûlü bıraktılar.
Ona çullandılar.
Kimi sakalını yoluyor, kimi tekme savuruyordu. O sırada Teym oğullarından bâzıları yetişip, Onu bir çarşafın içinde evine götürdüler.
Çok darbe almıştı.
Acıdan bayılmıştı.
Komadan çıktığında, henüz îmân etmemiş annesi vardı başucunda. Kadıncağız, Oğlunda hayat emâresi gördü.
Kulağına eğilip;
“İsteğin var mı?” diye sordu. Mübârek sahâbî, zor duyulan bir sesle; “Resûlullah nicedir, ne yapar, ona da saldırmışlardı” diyebildi ancak. İşte gerçek muhabbet. “Aşk” dedikleri şey bu olsa gerek…

Comments are closed.