Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmaktan usanmamaları için, insanlarda nefis denilen bir kuvvet dahâ yaratmıştır. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar. Fakat insanın nefsi, bu işinde sınır tanımaz. Yaptığı işler, hep aşırı, zarârlı olur. Meselâ hayvan susayınca, temiz suyu kolayca bulur, içer, doyunca, artık içmez. İnsanı nefsi zorlayarak doyduktan sonra da içirir. Sığır aç olunca, çayırda otlar, doyunca, yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçtiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefis, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yaptırır. Fakat nefis, hoşuna gideni, doyduktan sonra da yedirir.
Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, nefsin insanı felâkete sürüklemesine mâni olmak için, hem nefsin arzûlarına uymayı sınırlıyan, hem de nefsi temizleyen yani aşırı, taşkın olmaktan kurtaran emirler ve yasaklar göndermiştir. Peygamberleri ile gönderdiği bu emir ve yasakların toplamına, İlâhî dinler denir.
Bir insan, işlerini yaparken, İslâm dînine uyarsa, nefsi kötülüklerden kurtulur. Bu zamân şehveti ve gadabı faydalı olarak çalıştırır. Nefis, şehveti ve gadabı aşırı çalıştırdığı için, buna uymak insana tatlı gelir, İslâmiyyete uymak ise, bu arzûları frenlediği, sınırlandırdığı için, insana acı, zor gelmektedir. Bunun için insan, İslâmiyyete uymak istemez, nefse uymak ister. Saâdete kavuşmak istemez, felâkete sürüklenmek ister. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, saâdeti felâketten, doğruyu eğriden ve faydalıyı zarârlıdan ayırabilen bir kuvvet de yaratmıştır. Bu kuvvet, akıldır. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse, nefsine uymaz, İslâm dînine uyar. Aklı dinlemeyen kimse ise, nefsine uyar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri;
“Allahü teâlâ, dinleri, bozuk âdetleri, çirkin modaları kaldırmak ve nefsin benlik, izzet-i nefs çılgınlıklarını yatıştırmak için gönderdi” buyurmuştur.
Nefis, Allahü teâlânın düşmanıdır. Zevklerine kavuşmak için her kötülüğü yapmaktan çekinmez, insân haklarını, kanûnları çiğner. Onun zevklerinin sonu yoktur. Bunun içindir ki, bütün kanûnlar, nefislerin taşkınlıklarını önlemek içindir. Nefsin taşkın zevkleri, insânı sefâlete, hastalıklara, âile fâciâlarına, felâketlere sürüklemektedir. Hadîs-i kudsîde;
(Nefsini, düşmanın bil! Çünkü o, bana düşmandır) buyuruldu.
HEP KÖTÜLÜK İSTER!..
Nefis, dünyâ zevklerine, lezzetlerine düşkündür. Bunların iyi, kötü, faydalı, zararlı olduklarını düşünmez. Arzûları, İslâmiyyetin emirlerine uygun olmaz. İslâmiyyetin yasak ettiği şeyleri yapmak, nefsi kuvvetlendirir ve dahâ beterini yaptırmak ister. Fenâ, zararlı şeyleri, iyi gösterip, kalbi aldatır. Kalbe bunları yaptırarak, zevklerine kavuşmak için çalışır. Kalbin nefse aldanarak, fenâ huylu olmaması için, kalbi kuvvetlendirmek ve nefsi zayıflatmak lâzımdır. Aklı kuvvetlendirmek, İslâm bilgilerini okuyup, öğrenmekle olduğu gibi, kalbin kuvvetlenmesi yani temizlenmesi de, İslâmiyyete uymakla olur.
Netice olarak nefis, hiç iyilik yapmak istemez, hep kötülük yapmak ister. Kendisine ve başkalarına zararlı olan şeyleri sever. İnsanın dünyâda ve âhirette saâdete kavuşması için, nefsine uymaması, onu zayıflatıp, zarar yapamayacak hâle düşürmesi lâzımdır. Nefsi zayıflatacak biricik ilâç ise, İslâmiyyete uymaktır. Harâmların hepsi, dünyâ malına, mevkisine, zevklerine düşkün olmak, nefsin gıdâsıdır. Onu besler, kuvvetlendirirler. Nefis kuvvetlenince, bütün iyiliklerin, güzel ahlâkın, fennin ve medeniyyetin kaynağı olan İslâmiyyete saldırır. Din ile, îmân ile, Allahü teâlânın emirleri ile alay eder. Herkesin kendisi gibi taşkın, şaşkın olmasını, haksızlık, kötülük, zulüm yapmasını ister. İnsanın en büyük düşmanı, kendi nefsidir ve nefislerini beslemiş, azdırmış olan gâfil, câhil kimselerdir. Kısacası nefsine uyan, Allahü teâlânın değil, nefsinin kulu olur.