Hindistan’da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden. Adı Ferîdüddîn Mes’ûd’dur. Ferrûh Şâh Kâbilî neslinden, Celâleddîn Süleymân’ın oğludur. Baba ve annesi şerefli, asîl âilelerden olup, nesebi hazreti Ömer’e ulaşır. 1174 (H.569) yılında Hindistan’da Delhi’de dünyâya geldi.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in dedesi âilesi ile birlikte Afganistan’daki siyâsî durumlar yüzünden Hindistan’ın Mültan yakınındaki bir köye yerleşmişti. Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in babası burada, Abbâs bin Abdülmuttalib’in soyundan, ilmi derin ve mübârek bir zât olan Mevlânâ Vecîhüddîn Hicvandî’nin kızı Bibi Gülsüm Hâtun ile evlendi. Babası Celâleddîn Süleymân’ın bu evlilikten üç oğlu ve bir kızı oldu. Erkek çocuklarından Ferîdüddîn Genc-i Şeker doğuştan velî idi.
Ferîdüddîn Mes’ûd, daha doğmadan kerâmet gösterdi. "AnnesiFerîdüddîn Mes’ûd’a hâmileyken, bir gün komşusunun ağacından izinsiz erik koparmak istedi. Fakat karnındaki bebek öyle bir karın ağrısına sebeb oldu ki, bu ağrı annesini erik toplamaktan vazgeçirdi. Doğumundan birkaç sene sonra, annesi ona; "Sevgili oğlum! Seni beklerken aslâ haram yemedim." dedi. Ferîdüddîn Genc-i Şeker gülümsiyerek; "Ama anneciğim, komşunun ağacından izinsiz erik toplamak istemiştin de, seni rahatsız ederek mâni olmuştum." dedi ve annesinin şaşkın bakışları altında evden dışarı çıktı. O güne kadar oğlunun hâlinden ve o andaki cevâbından, annesi onun bir gün büyük bir velî olacağını anladı.
"Ferîdüddîn Mes’ûd, Şâban ayının 29’u ile Ramazan ayının birinci günü arasındaki gece doğmuştu. Şâban’ın yirmi dokuzuncu gecesinin bulutlu olması sebebiyle Ramazan hilâlini görememişler ve ertesi gün oruç tutup-tutmamak konusunda tereddütte kalmışlardı. Ferîdüddîn’in babası Cemâleddîn Süleymân’dan fetvâ sormaya geldiler. O da; "Hilâlin görünmesinde bir şüphe varsa, oruca başlamak uygun değildir." dedi. O esnâda bir zât ortaya çıktı. Bu mevzuda onun fikrini sorduklarında; "Niye merâk edip şüphede kalıyorsunuz? Bu gece Cemâleddîn Süleymân’ın evinde bir çocuk doğdu. O, zamânın kutbu olacaktır. Eğer çocuk bu gece yarısından sonra annesini emmemişse, hilâl görünmüştür ve Ramazan ayı bugün başlayacaktır." dedi.
Nitekim seher vakti Cemâleddîn Süleymân’ın evine gidip, bu zâtın sözlerinin doğru olup olmadığı hakkında annesine sorduklarında, yeni doğan bebeğin gece yarısından sonra annesini emmediğini öğrendiler. Bunun üzerine oruca başlandı. Daha sonra o gün, Mültan’dan ve diğer yerlerden hilâlin göründüğü ve o günün Ramazan olduğu haberi geldi. Ramazan ayı boyunca bu bebek, gündüzleri annesini hiç emmedi. Sadece iftar zamanı birinden, sahur zamânı da diğer memesinden emiyordu.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretleri kendisini ilim ve tasavvufa verip, evliyâlık yolunda ilerlemek için çok gayret gösterdi. İslâmın mârifet bilgilerini Hindlilere öğreten, feyzlerini bu kıta müslümanlarına sunarak, onlara çok büyük hizmet eden Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin halîfesi Kutbüddîn-i Bahtiyâr’ın bereketli feyzleri ile yetişmişti. Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in Mültan’daki tahsîli sırasında, Kutbüddîn-i Bahtiyâr Mültan’a geldi. Namaz kılmak için Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in bulunduğu câmiye girdi. O sırada Ferîdüddîn Genc-i Şeker kitap okuyordu. Kutbüddîn-i Bahtiyâr onu görür görmez, hâlinden ve kalp gözüyle fark ettiği fevkalâde üstün özelliklerinden hayli etkilendi ve kendini alamayarak; "Ey genç ne okuyorsun?" diye sordu. O da; "Nâfi okuyorum" dedi. Kutbüddîn-i Bahtiyâr; "İnşâallah bu kitap, senin için nâfi, faydalı olur." buyurdu. Bu sözdeki tatlılık ve yapılan duâ çok hoşuna gitti. Görünüşündeki heybet, onun büyük bir zât olduğunu gösteriyordu. Ferîdüddîn, o zâtın ellerini öpüp, talebeliğe kabûlünü istirhâm etti. O da kabûl etti.
Bundan sonra ona çok bağlanıp, yanından hiç ayrılmadı. Her şeyden el çekip, büyük bir muhabbetle ona tâbi oldu. Kutbüddîn hazretleri ise ona, dînî ilimleri okumasını, araştırmasını, tahkîk etmesini işâret buyurup, aynı zamanda tasavvuf ile de meşgûl olmasını teşvîk etti. Böylece, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yükselmesini, iki kanatlı olmasını sağlamak istedi. Ferîdüddîn, hocasının nasîhatlerini can kulağıyla dinleyip tatbik etti. Nefsinin tezkiyesi ile uğraştı. Bu uğurda çok gayret gösterdi. Her zorluk ve şiddete katlandı. Hocası Mültan’da kaldığı müddetçe, derslerini hiç kaçırmadı. Kutbüddîn-i Bahtiyâr tekrar Delhi’ye döneceği sırada, Ferîdüdîn Genc-i Şeker de gitmek istedi. Hocası ona, tahsîlini tamamlamasını ve bunun için çeşitli memleketlere seyahat etmesini söyledi. Bunun üzerine Genc-i Şeker; Gazne, Bağdât, Sevastan, Bedahşan, Kudüs, Mekke ve Medîne’ye ilim öğrenmek için seyâhatler yaptı.
Uzun seyahatler sırasında Buhârâ’ya da uğradı ve zamanın büyük velîlerinden Seyfüddîn Bâherzî ile karşılaştı. Bâherzî onu dergâhına dâvet etti ve yanına oturttu. Yüzüne defâlarca bakarak; "Bu genç zamânın büyük bir velîsi olacak." dedi. Daha sonra sırtındaki siyah hırkayı ona verip, giymesini isteyince o da giyerek günlerce yanında kaldı. Hergün binden fazla insan, Seyfüddîn Bâherzî’nin yiyeceğini paylaşırlardı. Bir gün bir kişi Seyfüddîn Bâherzî’nin huzûruna geldi ve; "Zenginim ama, son birkaç senedir ticârette zarara uğruyorum. Ayrıca sağlığım da bozuk." dedi.Seyfüddîn Bâherzî de; "Bir müslüman, malının zekâtını dürüstçe vermez, hasislik ederse, zarara uğrar. Hastalığa gelince, bu insanın îmânının kuvvetlendiğinin işâretidir." buyurdu.
Aradan beş sene geçtikten sonra, hocası Kutbüddîn ve onun hocası Muînüddîn hazretleri ile Delhi’de bir araya geldiler. Ferîdüddîn, bu iki büyük zâtın yüksek makamlarının âşığı olduğundan, onlara olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı. Kendisindeki aşk istidâdının yüksekliği ve fazlalığı sebebiyle, hocaları yetişmesi için ona kucak açtılar. Husûsî ihsânlarla yüksek derecelere kavuştu. Muînüddîn hazretleri bir çok defâ; "Ferîdüddîn, yuvası Sidret-ül-müntehâda bulunan bir kartaldır." buyurdu.
Kendisine ŞekerGenc denilmesi ile ilgili dört ayrı rivâyet vardır. Birinci rivâyet şöyledir: "Ferîdüddîn, Kutbüddîn-iBahtiyâr’ın mânevî eğitimi altındayken, Ferîdüddîn’den yedi gün ard arda oruç tutması istendi. Oruç tuttuğu sırada bir gün, hocasının yerleştirdiği Guzini kapısındaki hücresinden çıkıp, Kutbüddîn-i Bahtiyâr’ın dergâhına giderken, yolda ayağı kaydı ve çamur dolu bir çukura düştü. Buradaki çamurdan bir mikdâr ağzına kaçtı. Allahü teâlânın lütfu ile, bu çamur, şeker hâline geldi. Hocasının huzûruna gelip durumu anlattığında,Hâce Kutbüddîn ona; "Çamur senin ağzında şeker hâline geldiğine göre, Allahü teâlâ seni tatlı bir kimse yapacak, halkın iyiliği için tatlı dilli olacaksın." dedi.Bu hâdiseden sonra, insanlar onu Şeker Genc diye anmaya başladılar. (Fârisîde genc, hazîne demektir.)
İkinci rivâyet şöyledir: "Ferîdüddîn Mes’ûd devamlı oruç tutuyor ve iftar zamânında orucunu açmak için yiyecek bir şey bulamıyordu. Bir gece açlığı had safhaya ulaşınca, ağzına küçük taş parçaları koydu. Bunlar, bir anda şeker parçaları hâline geldi. Bu haber hocasına ulaşınca; "Ferîd bir şeker hazînesidir." dedi.
Üçüncü rivâyet: Hazînet-ül-Asfiyâ kitabının yazarı, Tezkiret-ül-Âşıkîn’den alarak şöyle rivâyet ediyor: "Tüccarın biri, Mültan’dan Delhî’ye, şeker çuvalları yüklü bir deve kervanı götürüyordu. Şimdiki adı Pak Patan olan Acûzân’dan geçerken, Ferîdüddîn Genc-i Şeker, develerle ne taşıdığını tüccara sormuştu. Tâcir alay edercesine; "Tuz." diye cevap verdi. Bunun üzerineFerîdüddîn; "Evet, tuz olabilir." diyerek tasdîk etmişti. Tâcir Delhi’ye ulaştığında, bütün çuvalların tuz hâline geldiğini görüp şaşkına döndü. Hemen Acûzân’a döndü. Derhâl Ferîdüddîn Genc-i Şeker’den, develeri şeker taşıdığı hâlde, tuz taşıdıklarını söylemekle yaptığı edepsizlikten dolayı özür diledi. Ferîdüddîn Genc-i Şeker de; "Eğer şeker idiyse, o hâlde şeker olsun." dedi. Tâcir Delhi’ye döndü ve tuzların, Allahü teâlânın lütfu ile şekere döndüklerini görüp sevindi. Bundan dolayı ona Şeker Genc (Şeker Hazînesi) dendi."
Dördüncü rivâyet: "Ferîdüddîn Genc-i Şeker, mücâhede yaparken ve dağlarda gezerken, bir gün çok susamıştı. Biraz su içmek için bir kuyunun kenarına gitti. Fakat kuyudan su çekecek kovası ve ipi yoktu. Şaşkın ve çâresiz bir hâlde dururken, iki ceylanın oraya geldiğini ve suyun, kuyunun en üstüne kadar yükseldiğini gördü. Ceylanlar su içip oradan ayrıldılar. Ferîdüddîn Genc-i Şeker kuyunun yanına varınca, su aşağı çekildi. Bu hâdiseyi görüp şaşırdığında; "Yâ Rabbî! Hayvanlara suyu verdin ama insanları sudan mahrum etmenin bir sebebi vardır?" dedi. O anda ilâhî bir nidâ işitildi. Şöyle diyordu: "Hayvanlar bana ve benim rahmetime güveniyorlar ve suya kavuşuyorlar. Ama sen, ipe ve kovaya güvendiğin için, sudan mahrum kalıyorsun." Bunu duyunca, Ferîdüddîn Mes’ûd çok üzüldü. Bir damla su içmeden, tövbe için kırk gün orucuna başladı. Bu oruçları bittiğinde, ağzına biraz toz aldı ve toz derhâl şekere döndü. Bu anda, şu ilâhî nidâ işitildi: "Yâ Ferîd! Tuttuğun kırk gün orucunu kabûl ettik ve seni sevdiğimiz dostlardan biri olarak seçtik. Seni tatlı dilli, bağlılarımız arasına dâhil eyledik ve seni Genc-i Şeker yaptık."
Genc-i Şeker Mültan’da ikâmet ederken, Celâleddîn Sühreverdî oraya geldi. Genc-i Şeker’in medhini duyarak, onu ziyâret etmeye gitti. Genc-i Şeker onu lâzım gelen hürmet ile karşıladı. Celâleddîn Sühreverdî de, elinde bulunan bir narı Genc-i Şeker’e verdi. Genc-i Şeker o anda oruçlu olduğu için, narı orada bulunanlara dağıttı. Celâleddîn Sühreverdî, Genc-i Şeker’in üzerindeki elbisenin tâmir edilemez derecede eskiliğini gördü. Bunun üzerine, îmâ yoluyla yedi sene boyunca bir elbiseye bile sâhib olamayan ve avret yerlerini sâdece uzun gömleği ile örten, Buhârâlı bir velînin hikâyesini anlattı. Gâyesi, Genc-i Şeker’in kanâatini övmekti. Celâleddîn Sühreverdî oradan ayrıldıktan sonra, Genc-i Şeker, bir nar tânesinin yerde durduğunu gördü. Onu aldı ve akşam orucunu açmak için yedi. Bir tâneyi yer yemez, mânevî âlemin yeni yeni manzaralarını görmeye başladığını fark etti. Narın hepsini kendisinin yemediğine pişmân oldu. Hocası Hâce Kutbüddîn Mültan’a geldiğinde, Genc-i Şeker durumu hocasına anlattı. O da; "Bütün nardan sâdece senin yediğin bir tâne, ilâhî sırların esrârını hâvi idi." dedi.
Hocası, Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî el-Ûşî, kerâmet ve yüksek firâseti ile vefâtının yaklaştığını anlayıp, kendisine vekîl, yerine halîfe olacak zâtın Ferîdüddîn olduğunu bildiren haber ve eşyâlarla, bir talebesini ona gönderdi. Bu günlerde Ferîdüddîn hazretleri de hocasını rüyâda görüp, kendisini Delhi’ye çağırdığını anlayınca hemen yola çıktı. Yolda, kendisine haber getiren talebe ile karşılaştı. Delhi’ye geldiler. Hocasının vefâtını öğrenince, elem, üzüntü ve derd içinde hocasının cenâze namazını kıldı. Sonra kendisine bırakılan hırka, sarık ve nalinleri giyip, hocasının makâmına oturdu. Çeştiyye yolunun rehberi oldu. İnsanları irşâda, doğru yolu anlatmaya başladı.
Bu sırada, Bedreddîn-i Gaznevî isminde birisi, Kutbüddîn hazretlerinin vefâtından sonra vekîl olarak yerine geçecek zâtın kendisi olduğunu bildirerek, bu haksız iddiâyı insanlar arasına yaydı. Genc-i Şeker, bu hâle çok üzülüp, Acûzân isimli beldeye gitti. Oranın ahâlisi müslüman değildi. Orada küçük bir kulübeye çekilip uzlete yalnızlığa devâm etti. Konuşup sohbet edecek kimse bulunmadığından, insanlar arasına karışmazdı. Kulübesinde ibâdet ve tâat ile meşgûl oluyordu. Oranın ahâlisi, zamanla Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in kulübesine yönelir bir hâl aldılar. Bu zâta çok muhabbet ettiler. Kendisinde bulunan güzel ahlâka hayrân olup, îmân edenler oldu. Zamanla çoğaldılar. Böylece, İslâmın girmediği bir yerde, İslâmın emir ve yasaklarına uyan, Ehl-i sünnet îtikâdını kabûl eden bir İslâm cemiyeti hâsıl oldu. Yirmi beş sene kadar orada ibâdet, tâat ve irşâdla meşgûl olup, yalnız Acûzân halkı değil, artık Pencab kabîleleri de irşâd dâiresinin içine girdi. O havası, suyu iyi olmayan yerde, o sert tabiatlı kişileri, sabırla, sıkıntı çekerek yumuşatıp, İslâmın güzel ahlâk sınırları içine çekti. Sözleri kılıçtan tesirli oldu. Huzûrunda şehzâde ile dilenci bir tutulurdu. Bir mal verseler almaz, fakirce yaşamayı tercih ederdi. Onun bu hâlini gören binlerce insan müslüman oldu. Sâdece civâr kabîlelerden on altısı toptan İslâma girdi.
Genc-i Şeker Acûzân’a tamâmen yerleşince, annesini Hotval’dan getirtmek için, kardeşi Necîbüddîn Mütevekkil’i gönderdi. Kardeşi, annesini ata bindirip, kendisi yaya olarak Acûzân’a doğru yola çıktı. Yolda, vahşî hayvanlarla dolu bir ormandan geçmek zorunda kaldılar. Yaşlı kadın, ormandayken oğlundan su istedi. Necîbüddîn, annesini bir ağaç gölgesine bırakarak su aramaya gitti. Bir süre sonra, su ile berâber annesini bıraktığı yere geldiğinde annesi yoktu. Bütün aramalara rağmen bulamadı. Çok kötü bir vaziyette Acûzân’a döndü. Olanları ağabeyine anlattı. Bunun üzerine Genc-i Şeker, talebelerini de kardeşiyle birlikte oraya gönderdi. Onlar da aradılar, bulamadılar, Necîbüddîn aramadan dönüşte, bir çantanın içinde birkaç insan kemiği getirdi. Genc-i Şeker çantayı seccâdesinin üzerine koydurdu. Fakat çanta açıldığında hiçbir şey görülmedi. Necîbüddîn Mütevekkil ise, kemikleri dikkatle sardığını ve sâlimen getirdiğini söyledi. Kemiklerin çantadan kaybolmasının ilâhî bir hâdise olduğu kabûl edildi. Bu olay üzerine, Genc-i Şeker, Allahü teâlânın takdîrine sığındı. Annesinin rûhuna Fâtiha okunmasını ve fakirlerin doyurulmasını istedi.
Bir gün Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in yanına birisi geldi. Genc-i Şeker ona bir şey verdi ve gitmesini söyledi. Fakat o kimse, Genc-i Şeker’in yanından uzun zaman ayrılmadı ve kullanmakta olduğu tarağı almak istedi. Bunun için Genc-i Şeker’i çok rahatsız etti. Sonunda dayanamayan Genc-i Şeker ona; "Gidin beni rahatsız etmeyin. Allahü teâlâ seni cezâlandırsın." dedi. O kişi oradan ayrıldı ve yıkanmak için bir dereye girdi. Suya daldı ve bir daha çıkmadı.
Yine bir gün, Genc-i Şeker namaz kıldığı sırada, bir kimse dergâha girdi. Çok edepsizce ve tâciz edici bir şekilde Genc-i Şeker’e hitâben, yüksek sesle; "Nedir burada yaptığın sahte gösteri? Kendini bir ilâh ilân ediyor ve insanları kendine ibâdet ettiriyorsun." dedi. Genc-i Şeker bu kişiye çok kibâr ve mütevâzî bir sesle; "Kardeşim, kendimi aslâ ilâh ilân etmedim ve insanlara bana tapın demedim. Ben, Allahü teâlânın önemsiz ve mütevâzî bir kuluyum. Dilediğine şeref ve şöhret veren yalnız O’dur. Bu âcizin bütün şöhreti, Allahü teâlânın ihsânı sebebiyledir." dedi. Şahıs, bu tatlı ve yumuşak sözler karşısında saygısızlığına pişmân oldu, tövbe etti ve özür diledi. Bunun üzerine Genc-i Şeker onu affetti.
Bir zaman Genc-i Şeker, Bağdât’ta Şihâbüddîn Sühreverdî ile kalıyordu. Şihâbüddîn Sühreverdi, çok şiddetli bir diş ağrısına tutuldu. Ferîdüddîn Şeker’den, bu ağrının geçmesi için duâ etmesini istedi. O da; "Yâ Rabbî! Şihâbüddîn’in ağrısını tamâmen geçir ve onun ağrısını bana ver!" diye duâ etti. Duâsı kabûl oldu ve diş ağrısı kendisine geçti. O zaman Şihâbüddîn Sühreverdî; "Yâ Rabbî! Ferîd benim hakîkî dostum ve arkadaşımdır. Onu diş ağrısından kurtar!" diye duâ etti. Bu duâ da kabûl edildi. Ferîdüddîn Genc-i Şeker de iyileşti.
Bir gün Muhammed Şâh adında bir talebesi, Genc-i Şeker’in yanına geldi. Çok üzüntülü bir hâli vardı. Genc-i Şeker sebebini sorunca kardeşinin komada olduğunu söyledi. Bunun üzerine Genc-i Şeker; "Ama kardeşin şimdi çok iyi, boşuna endişeleniyorsun." dedi. Muhammed Şâh eve döndüğünde, kardeşini, sapasağlam buldu.
Genc-i Şeker’i görmek için, bir gün Arabistan’dan birkaç fakir geldi. Yabancı olduklarını, bütün paralarının bittiğini Genc-i Şeker hazretlerine bildirdiler. O da, bunlara o anda önünde duran kuru hurmalardan biraz verdi ve; "Bunları alın ve gidin, Allahü teâlânın izniyle yolculuğunuzu tamamlarsınız." dedi. Onlar şaşkın ve bu ucuz hediyeyi büyük velîye yakıştıramaz bir hâlde dergâhtan çıktılar. Hurmaları atmak istediler, o anda hurmaların altına döndüğünü görüp hayrette kaldılar.
Nizâmüddîn Evliyâ iyileşmez bir hastalık sâhibine Genc-i Şeker’e gitmesini tavsiye etti. O kişi Ferîdüddîn Şeker’e gitti. O da bir kâğıda; "Allah Kâfî, Allah Şâfî." yazıp, gelen kişiye vererek boynuna takmasını söyledi. O kişi bu yazılı kâğıdı takar takmaz, tutulduğu ve uzun zaman geçmeyen hastalıktan kurtuldu.
Şeyh Ârif Sevastânî, Genc-i Şeker’in talebelerinden biriydi. Lahor vâlisi, Acûzân’daki Ferîdüddîn Genc-i Şeker’e verilmek üzere, Ârif Sevastânî’ye yüz dînâr verdi. Şeyh Ârif, Acûzân’a varınca, hocasına sâdece elli dînâr verdi. Büyük velî, gülümseyerek; "Ârif, sen çok hoş bir arkadaşsın, bu hediyeyi yarı yarıya bölüştürerek tam kardeş payı yaptın." dedi. Bunun üzerine Ârif Sevastânî çok şaşırdı ve sarardı. Kalan elli dînârı da çıkardı ve hatâsı için özür diledi. Genc-i Şeker; "Sûfî her zaman dürüst olmalıdır. Yoksa mükemmelliğe erişemez." dedi. Bu îkâzdan sonra yüz dînârın hepsini Ârif Sevastânî’ye verdi ve tövbesinden sonra onu yeniden talebeliğe kabûl etti.
Delhili bir genç, talebe olmak üzere Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in aşkıyla Acûzân’a gidiyordu. Yolda bir kadın, gence âşık oldu. Başlangıçta genç, kadından sakınmak için elinden geleni yapmasına rağmen, kadın onu kendisine meylettirmeye muvaffak oldu. Delikanlı tam elini kadına uzatacağı sırada, bir adam âniden gelip gencin suratına bir tokat attı. "Ferîdüddîn Genc-i Şeker’e tövbeni arz etmeye giderken, burada bu günahı işlemeye hazırlanmaktan hiç utanmıyor musun?" dedi ve kayboldu. Delikanlı çok utandı ve kadından uzaklaştı. Yoluna devâm ederek Acûzân’a vardı ve Genc-i Şeker’in huzûruna çıktı. O zaman Ferîdüddîn hazretleri; "Sevgili oğlum, bir kadının ağına düştün. Ama Allahü teâlâ seni günahtan korudu." deyince, delikanlı hayrete düştü. Cânı gönülden tövbe ederek, Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in talebelerinden oldu.
Bir gün Ferîdüddîn Genc-i Şeker’e ihtiyar bir kadın geldi. Ne istediği sorulduğunda, kadın ağlıyarak; "Ey mübârek velî, biricik oğlum yirmi senedir eve uğramadı. Onun sağ olup olmadığını bile bilmiyorum. Fakat ayrılık acısı beni yarı ölü yaptı." dedi. Kadının bu acıklı durumu, Ferîdüddîn Genc-i Şeker’i çok üzdü. Bir müddet murâkabeye daldı. Sonra kadına; "Git, oğlun geldi." dedi. İhtiyar kadın eve doğru giderken oğluyla karşılaştı. Sevinçle evlerine gittiler. Kadın oğluna nerelerde olduğunu sordu. Oğlu; "Anneciğim! Buradan 2500 km uzaktaydım. Bugün hiç arzum olmadığı hâlde, âniden şiddetli bir şekilde içime seni görme isteği düştü. Nehrin kenarına dikilip düşünürken, çok güzel ve muhterem bir simâ önümde göründü ve çâresizliğimin sebebini sordu.Sıkıntımı anlatınca; "Eve döndüğünü düşün." dedi. Ona inanmadım. Ama o, gözlerimi kapayıp elimi eline vermemi istedi. İsteksizce denilenleri yaptım. Sonra gözlerimi açtığımda, kendimi burada buldum." diye anlattı. İhtiyar kadın, oğlunun başından geçenlerle Ferîdüddîn hazretleri arasındaki bağı anlayıp, sevinç göz yaşları içinde ona teşekkür etti.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker, bu dünyâya, Allahü teâlâya muhabbet ve bağlılık içinde geldi ve o halde vefât etti. Vefâtından birkaç gün önce, talebelerinden olan Şems Dâbîr, Nizâmî’nin meşhûr Farsça mesnevîsinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker’e bir beyt okudu. Bu beyt, Genc-i Şeker’i kendinden geçirdi. Kendine gelince gömleğini Şems Dâbîr’e verdi. Büyük velî, sonraki günlerde tam bir suskunluğa büründü. Sâdece Kur’ân-ı kerîm okumak ve namaz kılmak için konuşurdu. Talebeleri hastalandı zannettiler. Çağırılan doktoru kabûl etmedi ve Emîr Hüsrev’in şu beytini tekrarladı: "Ey câhil hekim! Yatağımdan git. Aşk kurbanları için sevgiliye kavuşmaktan başka ilâç yoktur."
Genc-i Şeker’in, Muharrem ayının beşinde durumu ağırlaştı. Yatsı namazından sonra şuûrunu kaybetti. Tekrar kendine geldiğinde, orada bulunanlara; "Yatsı namazını kıldım mı?" diye sordu. Oradakiler kıldığını söylediler. O tekrar abdest alıp; "Belki bir daha namaz kılmaya fırsat bulamam." diyerek nâfile namaz kıldı. Sonra tekrar sekerât hâline geçti. Bir süre bu hâlde kaldıktan sonra, tekrar kendine geldi.Yine abdest alıp nâfile namaz kılmak için namaza durdu. Secdedeyken, duyulacak şekilde; "Yâ Hayyû, yâ Kayyûm." dedi ve 1265 (H.664) senesinde rûhunu teslim etti. O anda şöyle bir nidâ duyuldu: "Dost, dosta kavuştu." Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in vefât haberi Hindistan’da büyük bir yangın gibi yayıldı. Cenâzesi çok kalabalık oldu.
Mültan’daki türbesi, günümüze kadar ziyâretgâh olup, onu sevenler tarafından ziyâret edilerek, rûhâniyetinden feyz alınmaktadır. Türbesi, bilhassa, vefâtının sene-i devriyesi olan Muharrem ayının beşinci gününde, Pakistan’ın ve Hindistan’ın çeşitli şehirlerinden gelen binlerce ziyâretçi ile dolup taşmaktadır.
Hocası gibi vefât edeceğini anladığı zaman, kendisine çok bağlı olan talebelerinin en yükseği Alâüddîn AliSâbir’i halîfe olarak bıraktı. Bu büyük velî, hocası Genc-iŞeker hazretlerinin vefâtından sonra Delhi’ye gelip, Çeştiyye yolunu yaymaya devam etti.
Genc-i Şeker’in vefâtından sonra geriye kalan beş oğlu ve üç kızının her birisi, sâf kalpli, evliyâ yolunda yüksek derece sâhibi temiz kimselerdi.
Kızlarından birini, talebelerinden ve Esrâr-ül-Evliyâ kitabının yazarı olan Bedreddîn İshâk bin Ali Buhârî Dehlevî ile evlendirmişti. 1293 (H.692) yılında vefât eden Bedreddîn İshâk Buhârî, Şeker Genc hazretlerinin pek kıymetli sözlerini, bahsi geçen Esrâr-ül-Evliyâ kitabında güzel bir şekilde yazıp, nice kimsenin duâsına kavuştu. Genc-i Şeker’in soyundan gelenler, hâlâ mevcûd olup, kıymetlerini bilenler tarafından hürmet edilmekte, hatırları sayılmaktadır.
Genc-i Şeker’in sohbetlerine doyum olmazdı. Konuşmaları ve dersleri, sâdece talebelerini değil, kendine düşman olanları bile cezbederdi. Allahü teâlânın kendisine verdiği yüksek makâma rağmen hiç kibirlenmez, köylü, sultan, dilenci, kim olursa olsun, herkesi aynı şekilde, nezâket ve güler yüzle karşılardı. Onu dinlemek şerefine kavuşanlar, tatlı sohbetinden hiç bıkmaz ve sıkılmazdı. Lakabı gibi tam bir şeker hazînesi idi.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker, Allahü teâlâdan başka kimseden korkmazdı. Kalbi çok yumuşak olup, Allah korkusu ile doluydu. Allahü teâlânın korkusu, hayâtına hâkimdi. İlâhî gerçeklerden bahs edilince çocuk gibi ağlamaya başlar ve Allah korkusundan saatlerce baygın kalırdı.
Genc-i Şeker, Peygamber efendimizin tam âşığı idi. Mübârek sözlerinden ve hayâtından
bahsedildiği zaman, ekseriya ağlamaya başlardı. Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine sıkı sıkıya sarılır ve bütün müslümanlara da Resûl-i ekremin sünnetine uymalarını nasîhat ederdi. Peygamber efendimizin vefâtından bahsedilen bir mecliste, Ferîdüddîn Genc-i Şeker derin bir nefes alarak; "Allahü teâlâ, bütün kâinâtı O’nun için yarattığı Sevgili Peygamberini bu dünyâda tutmadığı hâlde, benim ve sizin değeriniz nedir, neyimize güvenip de kendimizle övünürüz? Hayattayken, kendimizi bizden öncekilerle karşılaştırmalı, gözlerimizden dünyâ hayâtının yalancı maskesini sıyırmalı, kendimizi her an ölüme hazır tutmalıyız. Öyle ki, kıyâmet gününde yüzümüz kara çıkmasın." buyurdu.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker canlı bir tevâzu timsâliydi. Kendisinden; fakîr, âciz, diye bahsederdi. Bu ifâdeleri sâdece konuşmaya mahsus olmayıp, bütün yazışmalarında da kullanırdı. Genc-i Şeker’in talebeleri arasında güçlü sultanlar, tanınmış hâkimler ve zenginler de vardı. Bunlar, devamlı ziyâretine gelirdi. Hepsine karşı en ufak bir büyüklük veya küçüklük hissi vermeden muâmele ederdi. Genc-i Şeker çok misâfirperverdi. Dergâhına bir gün bir sûfî geldi. Evde mısırdan başka yiyecek yoktu. Misâfiri çok sevdiğinden, Genc-i Şeker mısırları öğütüp un yaptı ve ekmek pişirdi. Sonra misâfirine ikrâm etti. O sûfî çok memnun olarak: "Saâdetine ve zenginliğine duâcıyım. Hayâtımın en değerli hazînesi olarak sakladığım mânevî zenginliğimi sana verdim." dedi.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in çok zengin talebeleri olmasına rağmen, kendisi devamlı fakirlik içinde yaşadı. Ömrünü basit bir çatı altında geçirdi. Kendisi ve yakınları günlerce aç kalmışlar, o civarda yabânî bir ağacın yaprağını yıllarca yemişlerdi. Genc-i Şeker, borç almaktansa aç dolaşmayı tercih ederdi ve:
"Bir borçlu, borçlu olduğu hâlde ölürse, kıyâmette alacaklısının önünde mahcûb olur. Borçlu ile kanâat arası, doğu ile batı kadar uzaktır. Sûfînin, ödünç almaktansa ölmesi daha iyidir." derdi. Bir gün evde hiç tuz kalmamıştı.Talebesi Nizâmüddîn Evliyâ, hırkasını bakkala rehin bırakıp, hocasına tuz almıştı. Genc-iŞeker hazretleri çorba kâsesine elini uzatıp bir lokma alır almaz, elinin ağırlaştığını hissedip geri çekti ve; "Bu yemek isrâf kokuyor." dedi. Nizâmüddîn Evliyâ korkudan titremeye başladı ve; "Bu yemeğin tuzu hâriç, hepsini her zamanki gibi ormandan topladık, ama tuzu borçla aldık." diye îtirâfta bulundu. Bunun üzerine Genc-i Şeker; "O hâlde hiçbirimiz bundan yiyemeyiz. Borçla yemek yapıp yemek sûfîlerin âdetine ve prensiblerine aykırıdır" dedi ve o yemeği fakirlere dağıttı.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker, yerde yatardı. Kıyâfeti çok sâde ve yamalıydı. Bir defâsında gömleği yamanamayacak hâle geldiğinden, talebeleri ona yeni bir gömlek getirdiler. Bunu giyince; "Bu yeni gömlekte eskisinin rahatlığı ve zevki yok." dedi. Ferîdüddîn Genc-i Şeker, kendisine verilen hediyelerin hepsini fakirlere dağıtırdı.
Yine bir gün dört şahıs gelerek, sebepsiz yere Ferîdüddîn Genc-i Şeker’e iftirâ etmeye, saçma sapan iddiâlarda bulunmaya başladılar. Büyük velî Genc-i Şeker, bunlara aldırış etmeden, onlarla tevâzu ile kibarca konuşmaya, onları memnun etmeye çalıştı. Ayrılmak istediklerinde, onlara belli bir yoldan gitmemelerini, onlar için bu yolun tehlikeli olacağını haber verdi. Onlar gittikten bir müddet sonra, Ferîdüddîn Genc-i Şeker orada hazır bulunanların merak nazarları altında ağlamaya başladı. Sonradan anlaşıldı ki, o kimseler, onun îkâzına uymayarak, gittikleri yolda büyük bir fırtına sonunda helâk olmuşlar. Genc-i Şeker ise bu tâlihsizlere acıdığı için ağlıyormuş.
Fârisî 68 sahifelik Râhat-ül-Kulûb kitabı ve başka eserleri vardır. Ebü’l-Hasan-ı Şâzilî hazretlerine; "Hangi kitapları yazdınız?" diye suâl edildiğinde, talebelerini gösterip; "Benim mürîdlerim (talebelerim) benim kitaplarımdır." buyurdu. İşte Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker de öyleydi. Herbiri çok kıymetli ve yüksek birçok talebe yetiştirdi. İfâde ve mânâ bakımından çok güzel şiirler yazardı. Şu kıta onun şiirlerindendir:
Hiçbir gece yoktur ki, kalbim kan ağlamasın,
Hiçbir gündüz yoktur ki, yüzden nâmus akmasın.
Ömrümde hiçbir tatlı şerbet içmedim ki, o,
Gözlerimden yaş diye akıp da damlamasın.
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker sohbetlerinde sık sık buyururdu ki:
"İnsanların en akıllısı, dünyâya gönlünü kaptırmayanlardır. En zengini de kanâat edenlerdir."
"Başkalarının almak istemediği malın satıcısı sen olma!"
"Herkesin yemeğinden yeme! Fakat herkese yemek yedir!"
"Günah olan bir şeyde kendine karşı sert ol!"
"Kalbini şeytanın oyuncağı yapma"
"İçine, dışından çok îtinâ göster!"
"Âile ve yol büyüklerine hürmetkâr ol!"
"Sana saygı gösterene saygılı davran!"
"Sıhhatinin kıymetini bil!"
"Senden korkandan kork!"
"Allahü teâlânın sevgili kulları ile oturup kalkmada, Allahü teâlâyı hâtırından çıkarma!"
"Hiçbir şey, kaybedilmiş vakti telâfi edemez."
"Makam için, ne kadar mühim olsa da, şahsiyetinizi vermeyin. Kendinizi küçültmeyin!"
"Riyâzet, nefs-i emmâreyi yenmektir. Uzlet ise onu hapsetmektir."
"Bir kimsenin bir mürşidi yoksa, yâni bir kimse kendisini irşâd edecek, kendisine doğru yolu gösterecek bir kâmil velî bulamazsa, böyle büyük zâtların kitaplarını okusun ve onlara uysun!"
"Hergün bir fazîlete daha kavuşmaya çalışınız!"
"Başkalarına iyilik yaptığın zaman kendine iyilik yaptığını bil."
"Kalbin Allahü teâlâya olan bağlılığındaki sevinci gideren şeyi terk et!"
"Düşman ne kadar emîn ve incitmesiz görünse de, ısırmasından kendini emîn tutma!"
"Maddî arzuları tatmin peşinde olma! Yoksa, arzu ateşi daha çok alevlenir."
"Kibirlilere karşı kibirli olmak liyâkatini elden kaçırma!"
"Misâfir ağırlamada dahî isrâf helâl değildir."
"Tasavvuf talebesi olan bir sûfîde şu vasıflar bulunmalıdır:
1) Allahü teâlâya muhabbet ve bağlılığından dolayı, kendini ve dünyâyı unutmalıdır. 2) Ne kadar ciddî olursa olsun, başkalarının kusûrlarını görmezden gelmelidir. 3) Harama gözlerini kapamalıdır. 4) Bütün istenmeyen şeyleri duymamalı, kötü şeylere karşı sağır olmalıdır. 5) Dilsiz olmalı, söylenmeyecek sözleri söylememelidir. 6) Seni, her an arzulanmayan yerlere sürüklemeye çalışan alçak nefsinin peşinden koşmamalısın.
Eğer bu sıfatlar bir sûfîde yoksa, o düpedüz bir yalancı sahtekârdır. Dünyâ malına ve şerefine sâhib olmayı arzulayan bir sûfî, sûfî değildir. O, sûfîlere kötülük getiren bir aldatıcıdır."
"Altı çeşit tövbe vardır: 1) Kalp ile tövbe: Kalben bütün kötü arzularını firenler ve önler. Kıskançlığı ve nefsin diğer arzularını öldürür. Kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdelerin kalkmasına yardım eder.2) Dil ile tövbe: Kötü sözler söylemekten dili alıkoymak ve onu devamlı Allahü teâlâyı zikre ve Kur’ân-ı kerîm okumaya alıştırmak demektir. Muhabbet yolunda sâdece diline hâkim olabilen ve onu zikirde kullananlar muvaffak olurlar. Tek başına kalb ile tövbe, Allahü teâlâya kavuşmak için yeterli değildir. Kulaklar, gözler eller ve nefs kalbin kölesidirler. Bu yüzden bunlar, dil ile yapılan tövbe ile kontrol edilebilirler. 3) Göz ile tövbe: Harama bakmamak ve başkalarının kusûrlarını görmemektir. 4) Kulak ile tövbe: Sûfîlerin kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka birşey duymamalıdır. 5) Ayak ile tövbe: Ayakları haramlardan ve kötülüklere gitmekten korumaktır. 6) Nefs ile tövbe: Nefsin arzularını firenliyerek yapılan tövbedir. Bu tövbelerin dışında; tövbe-i hâl, tövbe-i mâzi ve tövbe-i müstakbel olmak üzere üç tövbe daha vardır. Tövbe-i hâl: Yeni işlediği günahlara tövbe etmek ve ileride işlememeye yemin etmektir. Tövbe-i mâzi: Geçmişte yapmış olduğu günahlar için tövbe etmektir. Tövbe-i müstakbel: Gelecekte hiç günah işlememek için Allahü teâlâya yalvarmaktır."
"Sûfîlerde bulunması gereken husûsiyetlerden bâzıları şunlardır:
1) Sûfî’nin, kalbinde hiçbir kir ve kötülük olmaz. 2) Tasavvuf, Allahü teâlâ ile yakın dostluk demektir. 3) Sûfîler, mutlak suskunluk içindedirler ve ilâhî nûrun etkisi altında şaşkın bir vaziyettedirler."
"Tasavvuf, bir insanın mânevî ve dînî hayâtının ve işlerinin bir nizâma bağlanmasıdır. Allahü teâlanın velî kulu, dünyâ ile ilgisi kesik olmasına karşılık, dünyâ işlerine tepeden bakmaz ve bu işler hakkında kötü konuşmaz. Yâni dünyâ için ne sevgisi ne de nefreti vardır."
"Sûfî ne kadar çok üzüntü, acı ve yalnızlık çekerse, Allahü teâlâya o kadar yaklaşır. Hâce Muînüddîn Çeştî, îmânının kuvvetlenmesi için, Allahü teâlânın kendisine daha fazla sıkıntı, acı ve üzüntü vermesi için sürekli duâ ederdi."
"İnsana her ne gelirse, Allahü teâlâdan gelir."
"Nefsi firenlemek, Allahü teâlâya yaklaşmak demektir."
"İnsana sıkıntı ve üzüntü gelirse, günahlarından temizlendiğini düşünmelidir.Bütün muhabbet ve sıkıntıların Allahü teâlâdan geldiğini düşünmelidir."
"Dünyânın aldatıcı güzelliklerinin ve süslerinin peşinde koşmayın. Bunlar, size sonunda acı getirir."
"Allahü teâlâdan zenginlik istiyorsanız, kendinizi hırs ve kıskançlıktan koruyun."
"Allahü teâlâ ile konuşmak isteyen, Kur’ân-ı kerîm okumalıdır."
"Kanâatkâr olan, ansızın Allahü teâlânın nîmetlerine kavuşur."
"Allahü teâlâyı hatırlamayanlar, ölüler gibidirler."
"Dünyâda üç çeşit insan vardır:
1) Her zaman dünyâyı sevip ona tapanlar. 2) Dünyâyı kendilerine düşman bilip onu terk edenler. 3) Dünyâyı ne dost, ne de düşman bilmeyip, orta yol tutanlar. Bunlar, diğer iki sınıftan daha iyidirler."
KENDİNİ YERDE BULDU
Ferîdüddîn Mes’ûd Genc-i Şeker, bir gün talebeleriyle bir mecliste otururken, birçok esrarlı işlerde usta olan bir yogi içeriye girdi. Gâyesi uzun süredir şöhretini duyduğu velînin mânevî gücünü tesbit etmekti. Genc-i Şeker’i görür görmez kendini yerde bulan yogi, kalkmak istediyse de kalkamadı. Genc-i Şeker ona başını kaldırmasını söyledi, fakat yogi ne başını kaldırabildi, ne de konuşabildi. Genc-i Şeker şiddetle ısrâr edince, yogi büyük bir güçlükle başını kaldırdı ve titrek bir sesle:
"Sizin heybetiniz beni o kadar etkiledi ki, konuşamıyorum." dedi. Bunun üzerine Genc-i Şeker orada bulunanlara hitâben:
"Bu, kendi gücünün gurûru ile benim karşımda övünmeye gelmişti. Fakat Allahü teâlâ kibirlenmeyi aslâ sevmez. Kibrine tövbe etmemiş olsaydı, ölünceye kadar bu durumda kalırdı." buyurdu.
Bu durumdan sonra, yogi ve adamları müslüman olup Ferîdüddîn Genc-i Şeker’in talebelerinden oldu.
İSTEDİĞİN BİR ŞEY VAR MI?
Şems Dâbîr, zamânının bilgili şâirlerinden biriydi. Genc-i Şeker’den ders almıştı. Bir gün hocası Ferîdüddîn Şeker’in huzûrunda bir kasîde okudu. Bu kasîde hocasının çok hoşuna gitti ve ona; "Bu fakirden istediğin bir şey var mı?" diye sordu. O da; "Efendim, annem çok yaşlıdır ve yardıma muhtaçtır. Fakat ben, fakirliğim yüzünden ona karşı vazifemi yapamıyorum." dedi. Genc-i Şeker; "Pekâlâ, biraz Allah rızâsı için sadaka getir." dedi. O da biraz bozuk para getirdi. Genc-i Şeker bu parayı oradakilere dağıttı. Bundan sonra Genc-i Şeker, Şems Dâbîr’in zengin olması için duâ etti. Birkaç ay sonra Şems Dâbîr Delhi’deki Sultan Nâsırüddîn Mahmûd tarafından iyi bir vazifeye tâyin edildi. Daha sonra Sultânın hazînedârı oldu. Şems Dâbîr, Sultan Nâsırüddîn’in yerine geçen Sultan Balban zamânında bile bu makamda kaldı ve kalan ömrünü Genc-i Şeker’in bereketiyle refah içinde geçirdi.
FERİD İÇİN BİR ŞEYLER YAPIN
Ferîdüddîn Genc-i Şeker herkesi sever ve bağışlardı. Kendisini öldürmeye gelen en azılı düşmanlarını bile bağışlar ve kimseyi sıkıntı içinde görmeye dayanamaz, derhâl yardım elini uzatırdı. Acûzân’da bir memur, bir gün Genc-i Şeker’den hükümetin tâkibâtına karşı yardım istedi. Genc-i Şeker’in yumuşak kalbi anlatılanlara çok üzüldü. Vâliye bir mesaj yazarak; "Ferîd için bir iyilik yapın ve bu fakir arkadaşı cezâlandırmayın." ricâsında bulundu. Fakat vâli söz dinlemedi, aksine o kişiyi daha da sıkıntıya soktu. Genc-i Şeker, vâliye kızacak veya kendi talebesi ve çok âdil bir insan olan sultâna bildirecek yerde, o kişiye haber göndererek; "Anlaşılıyor ki, sen de emrin altındaki insanların sıkıntılarına kulağını tıkamışsın." dedi. Vâli kabahatini anladı ve; "Evet ben katı kalbliyim, fakat bugün tövbe ediyorum. Bundan sonra kimseye sıkıntı vermeyeceğim." dedi.
Bir zaman sonra da vâli memurdan memnun oldu ve onu mükâfatlandırdı. Özür dileyerek, kimseye sıkıntı vermeyeceğini ifâde etmek üzere Genc-i Şeker’in dergâhına geldi. Böylece zâlimle mazlumun davranışını, sâdece sevgi ve ihsân yoluyla düzeltmiş oldu.
1) Kâmûs-ul-A’lâm; c.5, s.3404
2) Siyer-ül-Evliyâ
3) Râhat-ül-Kulûb (Nizâmüddîn Evliyâ)
4) Fevâid-üs-Sâlihîn
5) Delîl-ül-Ârifîn
6) Tam İlmihâl Seâdet-iEbediyye (49. Baskı); s.1149
7) Siyer-ül-Aktâb; s.161
8) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.58, 73
9) Hediyyet-ül-Ârifîn; c.1, s.201
10) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.326
11) Persian Literature; c.2, s.941
12) Esrâr-ül-Evliyâ (Bedreddîn İshak Luknov-1876)
13) Sefînet-ül-Evliyâ; s.96
14) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.287
15) Cevâhir-i Ferîdi (AliAsgar Çiştî, Lahor, 1884)
16) The Big five of India in Sufism; s.50
17) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.271