Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken bir melik elçi göndermişti. Elçi, Medîne’ye gelince sordu birine: “Halîfenin sarayı ne tarafta?”
“Onun sarayı yoktur!”
“Peki nerede bulurum kendisini?”
“Şu saatte sahrâdadır.”
“Bekçi, muhâfız yok mudur yanında?”
“Hayır yoktur öyle şeyler.”
Elçi, Halîfeyi bulmak için çıktı sahrâya. Cihânın titrediği hazret-i Ömer kuru toprak üstünde uyuyordu bir kenarda. Elçi onu görünce; “Halîfe bu olsa gerek” diye geçirdi içinden.
Çok sevinmişti.
Kendi kendine;
“Şarkta ve Garpta bütün insanlar bu zattan korkuyorlar. Şunu şuracıkta öldüreyim de bütün dünya rahata kavuşsun” dedi.
Ve sessizce yaklaştı.
Kılıcını kaldırıp tam vuracaktı ki yerden koca bir ejderha çıkıp saldırdı üzerine.
Korkup geri çekildi.
O an kalbi değişti.
Gördüğü bu fevkalâde şeylerden çok duygulanıp “şehâdeti” söyledi ve Müslüman oldu.
BAŞÜSTÜNE!
Medîne’de kıtlık vardı. Halîfe hizmetçiye; “Benim deveyi kes, etini halka dağıt!” diye emretti.
Hizmetçi de;
“Başüstüne efendim” deyip emri yerine getirdi ve etin iyi yerinden bir kişilik kebap yaptı ve getirip Halîfenin önüne koyuverdi.
Halîfe onu gördü.
Yüz rengi değişti.
Ve hiddetle; “Kaldır bunu önümden bir fakîre götür ver” buyurdu. Hizmetçi emri yerine getirip sordu:
“Size ne getireyim efendim?”
“Her gün getirdiğini.”
Hizmetçi gidip getirdi her günkü yemeğini: Zeytinyağı, tuz, ekmek.