Mahşer halkı, hesâbın başlaması için Resûlullah Efendimize varıp yalvarırlar. Efendimiz dinler. Ve cevâp verip;
“Rabbim izin verirse ben şefâat ederim!” buyurur. Sonra Arş-ı âlâya varıp, bin senelik bir secdeye kapanır. O an ehl-i mahşerin hâli pek fenâdır.
Dayanılmaz.
Anlatılamaz.
Çoklarının haramdan kazandıkları mallar, boyunlarında büyük dağ gibi birer “halka” olur.
Ağlayıp inlerler.
Sanki gök gürler.
“Vâ veylâ! Vâ sebûrâ!” diye feryât ederler ki, o feryâtlara yer gök dayanmaz. Zekâtı verilmeyen mallar koca bir “yılan” olup, sâhibinin boyunlarına dolanır.
Sorarlar ki;
“Bu nedir?”
Melekler; “Zekâtını vermediğiniz mallardır” derler.
YÂ İLÂHÎ!
Bâzılarının avret mahallerinden, kan, irin ve cerâhat akar. Tahammülü imkânsız pis kokuları vardır.
Bunlar zânilerdir.
Zinâ edicilerdir.
Bir kısmının dilleri, böğürlerine sarkmıştır. Bunlar da iftirâ edenlerdir. O esnâda Hak teâlâdan; “Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır ve şefâat eyle, kabul olunur!” diye fermân-ı ilâhî gelir.
Efendimiz işitir.
Başını kaldırıp;
“Yâ ilâhî! Kulların arasından iyi ve kötüleri ayır ki, bu azâba tahammülleri kalmadı” diye arz eder.
Kabul buyurulur.
“Mîzân” kurulur.
Ve ehl-i mahşer izdihamdan kurtulur. Ama bu çileler, Cehennem azâbı yanında, denizde “damla” bile değildir!..