Bilâl-i Habeşî “radıyallahü anh”, bir gün mescit içinde oynamaya başlar. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” Onu görüp çok şaşırır. Zîrâ mescitte Resûlullah Efendimiz de vardır. Yaklaşıp; “Yâ Bilâl! Ne yapıyorsun, hiç mescitte oynanır mı?” diye fısıldar kulağına.
Ama O durmaz.
Ve devam eder.
Hattâ, Ona Resûlullah Efendimizi “aleyhissalâtü vesselâm” gösterip; “Bak! Mescidin sâhibi işte orada. Bana ancak O karışabilir!” der. Bunu, hazret-i Ömer’e söylemak yürek ister.
Ama o söyler işte.
Kendinde değildir.
Hazret-i Ömer gider, Resûlullah Efendimiz’e arz eder durumu. Efendimiz Onu çağırıp sorarlar: “Yâ Bilâl! Az önce ne yapıyordun?” “Oynuyordum yâ Resûlallah.” “Niçin oynuyordun?” “Sevincimden yâ Resûlallah. Rabbime, bir ihsânından dolayı teşekkür ediyordum…”
Efendimiz sorar:
“Nedir o ihsân?”
“Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana her şeyi verdi. Ama bir şey vermedi” der. Efendimiz; “Nedir o?” deyince, “Hidâyet yâ Rusûlallah. Hak teâlâ, insanları hidâyete getirmeyi sana vermedi” der.
Sonra izin alır.
Ve devam eder:
“Yâ Resûlallah! İnsanları hidâyete getirmek senin elinde olsaydı, önce akrabânı îmâna getirirdin. Onlardan sıra bile gelmezdi bana. Ama bakın, kendi akrabâların seni inkâr ederken, Rabbim benim gibi Habeşli bir köleye bu îmânı nasîb etti. Sana inandım. Âşığın oldum. Onun için oynuyordum” der.
Ve özür diler.
“Bağışla” der.
Bu sözler, Resûlûllahın hoşuna gider. Tebessüm ederler. Ve hazret-i Ömer’e döner; “Bırak yâ Ömer! Bırak oynasın!” buyururlar.