Seni dâvete geldim!

Mekke’de, herkesin uykuda olduğu bir sâatte, bir gölge duvar diplerine sine sine ilerliyordu. Uzunca boylu olduğu anlaşılan bu tedirgin karaltı, etrâfı iyice dinledi. Bir tehlike bulunmadığına emîn olunca, önünde durduğu evin kapısını hafîfçe tıklatıp, usulca seslendi:
“Bilâl, Bilâl!”
Cevap gelmedi.
Sesini az daha yükseltti: “Bilâl! Bilâl!” Bilâl, uykulu bir sesle sordu içeriden: “Kim o?” “Benim, Ebû Bekir.” Hazret-i Bilâl kapıyı aralarken; “Hayırdır” dedi. Hazret-i Ebû Bekir radıyallahü anh sessizce içeri süzüldü.
Kapıyı usulca örttü.
“Hayırlı iş” dedi.
“Seni dâvete geldim…” Bilâl meraklandı: “Ne dâveti bu?” “Seni İslâm dînine dâvet için geldim”. “İslâm dîni mi, bu da ne demek, hem yarın olmaz mıydı?” “Hayır Bilâl, olmazdı!..”
Hazret-i Bilâl sordu:
“Neden olmazdı?”
“Çünkü gizlidir. Efendinin bilmemesi lâzım. Bak Bilâl, Cebrâil ismindeki melek, aramızdan birine vahiy getirdi. Yâni yeni bir din ve Peygamber var bugün. Ben o Peygambere îmân ettim. Senin de îmân etmeni istiyorum.”
Böyle söyledi.
Ve devam etti:
“Düşünsene, şu putlardan hiç ilâh olur mu? Sonra şu kız çocuklarının durumu… Neden utanma sebebi olsun? Neden diri diri toprağa gömülsünler?”
Bilâl başını eğdi.
Yâni tasdîk etti.
Ardından sordu: “Bahsettiğin Peygamber kim, ben tanıyor muyum?”. “Evet, Muhammed bin Abdullah” deyince, Bilâl’in siyâh yüzüne, tatlı bir aydınlık yayıldı o anda. Kendi kendine; “Evet, hakîkaten Muhammed-ül emîn yüksek ahlâklı bir insan. Ebû Bekir yine öyle” dedi ve Kelime-i şehâdeti söyleyip îmânla şereflendi.

Comments are closed.