Her insan güzel yerlerde yaşamak ister. Hayat kısa da olsa rahat edebileceği beldeleri seçer, havasına, suyuna, yeşiline bakar. İmkânı olan sayfiyelere çekilir, varidatını mesud bahtiyar geçirmek için harcar.
Peki maddiyat tek başına insana huzur verebilir mi? Ne yazık ki hayır, müreffeh ülkelerde intihar vak’alarına daha çok rastlanıyor zira.
Evin ne kadar bakımlı olursa olsun bulunduğun belde sıkıntılı ise mutlu olamazsın. Cüzdan zenginliğinin yanı sıra mânâ zenginliği de lâzım, mâlum kuş tek kanatla uçamaz.
İslam âlimlerinin büyüklerinden Süfyan-ı Sevrî rahimehullah da âhir ömrümü nerede geçirsem, diye çok düşünür. Etrafındakilerle istişarede bulunurlar: “Nereye yerleşsem acaba?”
-Efendim Bağdat’a ne dersiniz? Abbasi Devletinin başkentidir. Sahabe-i kiramın ve evliyanın büyükleri burada yaşamışlar. Ki içlerinde fıkıh ilminin bânisi İmâm-ı A’zâm rahimehullah hazretleri de var.
BAĞDAT GİBİ DİYAR
Bu teklif Süfyan-ı Sevrî hazretlerinden kâbul görmez. “Bağdat valileri, halka zulmediyor, baskı yapıyorlar. Bunlar her vicdan sahibi gibi bizi de yaralar. Mazluma yardım gibi bir şansımız olsa düşünmeyiz ama ihtimal hükümet adamları bildiklerini işleyecek, bize sormayacaklar…”
Bir grup ise Şâm-ı şerîfi tavsiye eder. Ona da razı olmaz. “Gerçi Şâm-ı şerîf Peygamberimiz aleyhisselamdan dua almıştır, beş yüzden fazla Eshab-ı kiram kabri vardır. Fakat halkı aşırı derecede hürmetkârdır. Âlimleri salih insanları parmakla gösterir, etrafında dolanırlar…
Son olarak Mekke-i mükerreme teklif edilir. Görünüşte caziptir. Müslümanların beş vakit namazda yöneldikleri Kâbe-i muazzamaya yakın olmayı kim istemez? Ki Kâbemiz sevgili peygamberimizin vücuduna temas eden toprak hariç, kâinatın en kıymetli yeridir. Orada kılınan bir namaz yüz bin namaza bedeldir. Bundan kârlı ticaret olmaz…
Mübarek biraz düşünür ve “hayır” der, “Orada kalmaya da cesaret edemem, zira mükerrem beldede kalpten geçirilen günahları bile soracaklar. Diğer yerlerde ise işlenmedikçe yazılmaz.
Bilirsiniz büyük ticaretin zararı da büyük olur. İşte sırf bu yüzden Eshâb-ı kirâmdan bazıları (mesela Abdullah ibn-i Abbas radıyallahu anh) Taif’e yerleşmişti. Eğer onlar bile Mekke’de kalmaya cesaret edemiyorlarsa…”
Hazreti Ömer Radıyallahü anh hac vazifeleri ifa edildikten sonra hüccaca seslenir: “Ey Yemenliler, Yemen’e!.. Ey Şamlılar Şam’a!.. Diğerleri de dönsünler kendi yurtlarına!”
Bişri Hafî (kuddise sirruh) ikinci hac için izin isteyenlere “nafile hacca harcayacağın parayı fakirlere dağıt” tavsiyesinde bulunurlar. Yine biri haccını eda ettikten sonra mukaddes beldelerde kalmak isteyince “memleketine dön” buyururlar.
Gelelim Süfyan-ı Sevrî Hazretlerinin seçimine…
Mübarek Bağdat, Şam ve Mekke tekliflerinden çekinir ve Basra’ya yerleşir… Basra yılları hakikaten bereketli geçer ve orada da vefat ederler. Rabbimiz şefaatine nail eylesin…
MEDİNE SEVDALISI
Seyyid Fehim-i Arvasî’nin (kuddise sirruh) kıymetli evladlarından Hasan Efendi Van’da müftü idi. O da Süfyan-ı Sevrî hazretleri gibi hayatının kalan kısmını nerede geçireceğini düşünüyordu. Van’da çok seviliyor, çok da itibar görüyordu ancak Kur’ân-ı kerim okutmak bile yasak olmuştu o yıllarda.
Büyük dedesi aleyhisselatü vesselam “istişareye bile mahal bırakmadan” Medine-i Münevvere’ye yerleşmelerini işaret buyurulunca tereddütsüz yola çıktılar.
En büyük hayali, orada vefat etmek ve Cennet-ül Bakiye defnolunmaktı…
Münevver beldede 20 küsur yıl (1949-69) yaşadı. Sayısız hac ve umre yaptı. Ancak ömrünün son birkaç ayında Uhud’a bile gitmedi bir yere ayrılmadı. “Ya yolda emr-i hak vaki olursa, beni bir başka yere defnederlerse” diye korkardı. Neticede arzusuna kavuştu, Hazret-i Osman’a, Hazret-i Fatıma’ya, Hazret-i Hasan’a komşu oldu. (Radıyallahü anhüm)
Biz de ahir ömrümüzde birçok İslam beldesini gördük. Başta Harameyn-i şerifeyn olmak üzere Şam, Hama, Humus, Busra, Neva, Kahire, İskenderiyye, Tanta, Taşkent, Semerkant, Buhara, Serhend, Delhi ve Agra’da mümin kardeşlerimizle tanıştık ve büyüklerimizin kabirlerini ziyaret ettik. Sonra döndük yine yurdumuza geldik.
Hasılı ne Van’ı unutabilirim. Ne de ayrılabilirim İstanbul’dan!..