Sıklıkla rüyalarıma gelir iç dünyamı allak bullak ederdi. Yalnızlığımın gölgesi gibi gezinir sonra yavaşça düşlerimin kapılarını kapatıp giderdi. Neye yoracağımı bilemediğim rüyalarımı bazen babaanneme anlatma gereği duyardım. O da rüya tabirinde yüreğimdeki yarayı kanatırdı.
– O senin uğursuz annendir. Kararttı aydınlık günümüzü.
Annemi anarken isminin yanına hep “uğursuz” sıfatını iliştirirdi. Bir anne uğursuz olur mu hiç? Güzel dinimizde uğursuzluk diye bir şey yoktu ki hem… Ama o öyle diyordu işte… Bense her gece dua ederdim, annemi rüyamda görebilmek için. Ama annemin, hayalini kuracağım bir resmi dahi yoktu. Ondan geriye sadece ben kalmışım; babaannemin atmadığı ya da atamadığı. Yaşadığım bu evde anneme yakıştırılan “uğursuz” yaftasını silecek kuvvetim yoktu. Herkesten daha masum, daha sessiz ve daha küçüktüm.
Babaannem, babamın ölüm sebebinin annem olduğunu söylüyor. Oysa annem, babamın fani dünyadaki tek emeliymiş. Babam da annemin… Babam, babaannemin sözünü dinlemeyip evlenmiş annemle. Belki de bu sebeptendir, babaannemin annemi “uğursuz” sayması.
Dediklerine göre annem, ben iki yaşında iken Almanya’ya gitmiş. Yani babam öldükten kısa bir süre sonra. O günlere dair bilmediklerimi dillendirip sorduğumda hep azarlanarak susturuldum. Çoğalan sorularım küçük dünyamda büyüyorlardı.
Çatı katındaki sandık odası evin en tenha mekânıydı. Hayal defterimi açarak hülyalarımı yazardım sükûnetin kollarında. Orada yalnızlığımı sorguya çekerek sorularıma cevap arardım. Zaman içinde işittiklerimi derleyip toparlamaya çalışırdım. Bir hayli hırpalardım duygularımı, düşüncelerimi, çocukluğumu…
Yaşadığım bu evde herkesin kenetlendiği yakınları vardı. Babaannemin kocası, çocukları, hala ve amcalarımın kardeşleri… Benim ise hiç kimsem… Seviliyor gibi görünen fakat sevgi bahşedilmeyen eğreti bir çocuktum. İçimde bir sabi sessizce sevgi dilenirdi. Sadaka niyetiyle bir tebessüm arardı, sert simaların o kaskatı mimiklerinde.
Bu dilenci yalnız değildi. Ona eşlik eden bir nefret, bir de hasret vardı. Ben işte bu üç çocukla birlikte büyüyordum, kapandığım iç dünyamda.
Aynaya her baktığımda kırpık saçlarımdaki makas izleri, yarama vurulan neşter izi gibi canımı yakıyordu. Arkadaşlarımın her sabah taranıp örülen saçları ve iki örgünün uç kısmına takılan tokalar, yürüdükçe tıkırdar ve bu sese yüreğimde uyuyan hasret çocuk uyanırdı. Örgülü saçlarımın ucundaki uğur böcekli tokaların tıkırtısını hayal ederken nefret çocuk hızla yanıma gelir ve elimden tutardı. Beni terk eden annemin dedikodusunu yapar duygularımı galeyana getirirdi.
-Bir anne çocuğunu bırakıp nasıl uzaklara gider? Hiç özlemez mi? Devamı yarın