Ertesi gün tatile çıkacaktık. Ben hem kendi görülecek işlerimi görmek hem eşimin sipariş ettiklerini almak için dışarıdayım. O ise eğitimci hassasiyetiyle evi temiz bırakma telaşında. Akşam eve döndüm. Daha içeri girer girmez dedi ki hanım:
-Bugün hayatımın dersini aldım.
Daha hoş beş etmemiş, ‘günün nasıl geçti’ bile dememiştim. Anlatmaya devam etti:
“Ev işlerime yardım eden hanıma dedim ki:
-Biz tatile çıkıyoruz, şu tarihe kadar gelmene gerek yok. Tatilde olduğumuz günlere ait ücretin de bu zarfın içinde. O günlerde sen de dinlenirsin.
Şaşırdı kadıncağız. Dedi ki:
-Ablacığım alamam!
-Niye?
-Hiçbir şey yapmadan o parayı nasıl alırım ben? Devlet memuru muyum?
Şaşırdım kaldım. O güne kadar ne dediysem hepsine “peki abla” veya “tamam abla” diyen o munis insan bu isteğimi ise reddediyordu.
Hazır paraydı. Ben veriyordum. Seve seve veriyordum. Ama o “hak etmediğim parayı nasıl alırım?” diyordu.
Dedim ki:
-Bakın haftanın bu günlerini sen bize ayırdın. İş bağlantılarını ona göre yaptın. Bu günlerde herkes tatile çıkıyor. Sen nasıl iş bulacaksın? Çoluk çocuğuna nasıl ekmek götüreceksin? Seninle anlaştığımızda tatillerde ücret ödemem demedim. Tatile sen çıkmıyorsun, ben çıkıyorum. Senin çalışmana engel olan benim. Bu nedenle ücretini alman gerekir.
-Hayır abla, hak etmediğim bir şeyi alamam.
Sonunda “benim sana hediyem olsun. Hediyeleşmek sünnettir. Bari bana bu sevabı kazanma şansı ver” diye rica ettim. Bunun üzerine utana sıkıla ve çaresizce kabul etti.
Bu asil kadın, bu asil anne, bu mümin kardeşimiz bir oğlu askerde, bir oğlu lise tahsilinde ve biri de 5 yaşında olmak üzere üç çocuğu olan bir anneydi. Başka da bir geliri yoktu. Evinin hem anası hem babasıydı.
Ama o asil kadının verdiği ikinci bir ders daha vardı. “Ben devlet memuru muyum” diyordu. Bu söz hayatımızı bir film şeridi gibi gözlerimizin önüne serdi. Bir muhasebe yapma fırsatı verdi. Çünkü hayatımızın büyük bölümünü devlet memurluğundan kazanmıştık.
O memurluk ki ömür boyu iş güvencesi içindeydi. Rapor, izin vs. ne kadar hakkı varsa sonuna kadar kullanmayı istetirdi.
Bazıları var ki makam sahibiydi. Emirlerine şoför ve araba tahsis edilmişti.
Haydi, buna eyvallah…
Ya okula geç kalan çocuğunu okula bıraktıranlara, dişi ağrıyan eşini makam arabasıyla dişçiye götürtenlere, yemek yaparken maydanoz isteyen hanımefendiye bir demet maydanozu makam arabasıyla gönderenlere ne demeliydi?
Cuma namazı vakti Ulucami önlerindeki resmî plakalı arabaları görünce, insanın, ‘bari siz yapmayın’ diye haykırası gelmiyor mu?
Mustafa Pala-Manisa