(Dünden devam)
Hamza, pürhiddet Kâbe’ye vardı. Müşrikler, onu uzaktan görünce büyük korkuya kapılıp; “Önce bizi selâmlar, sonra tavafa giderse korkmayın. Ama, ilkin tavafa yönelirse o zaman yandık, öç almaya gelmiştir” dediler.
Çok korktular.
Ama haklıydılar.
Hamza, yanlarından hışımla geçip önce tavafını yaptı. Sonra dağ gibi heybetiyle gelip dikildi önlerinde. Ve gök gürler gibi; “Bire alçaklar! Yeğenime o ezâyı yapan hanginizse, çıksın ortaya!” diye haykırdı.
Çıt çıkmadı.
Ebû Cehil;
“Ben yaptım yâ Hamza!” deyip, suçu üstlendi. Hamza, bir sıçrayışta atından indi ve yaklaşıp elindeki yayı var kuvvetiyle kâfirin başına çaldı.
Bir daha vurdu.
Sonra bir daha.
“Seni alçak rezil! Böyle şerefli bir insana bunu nasıl yaptın?” diye bağırıyordu. Koca kâfir, kanlar içinde yere yıkıldı. Hamza öbürlerine dönüp; “Alçaklar! Yeğenimin dedikleri suçsa, işte ben de Onun dînindeyim ve karşınızdayım. Haydi, yapın yapacağınızı!”
Yine çıt yoktu.
Atına atladı.
Efendimizin huzuruna vardı. Resûlullah aleyhisselâm Onu görünce; “Terk et bu kimseyi ki, ne babası vardır şu dünyada, ne bir amcası. Ne kardeşi, ne arkadaşı, ne de bir destekçisi vardır” buyurdu.
Sesi üzgündü.
Ve hüzünlüydü.
Hamza, şefkatli bir ses tonuyla; “Ey yeğenim! Ebû Cehil’i vurup kana boyadım. İntikamını aldım. Üzülme, sevin!” dediyse de; “Bütün müşrikleri katletsen bile, Keli-me-i şehâdeti söylemedikçe sevinemem” buyurdu. (Devamı yarın)