Fakih Tâcî rahmetullahi aleyh, Lübnan’da bulunan Ba’lebek şehrinde yetişmiş olan Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 1072 (m. 1661) senesinde doğdu. 1114 (m. 1702) senesinde şehîd oldu. Bir dersinde, Kıyâmet hallerini şöyle anlattı:
“Ey alçak dünyâ! Senin içinde rubûbiyet davası edenler ve ahmakların rab tanıdıkları âcizler nerededir ve senin behcet ve letâfettinle aldattığın ve âhıreti unutturduğun eshâbın nerededir?” buyurur. Sonra da “Mülk kimindir?” der. Hiç kimse cevap veremez. Cenâb-ı Allah kendi kendine, “Vâhid ve Kahhâr olan Allahındır” der. Bundan sonra buyurur ki: “Ben azîmüşşân, melîk-ü deyyânım (yani kıyâmet gününün tek hâkimi ve sahibiyim). Benim rızkımı yiyip de bana şirk koşanlar ve benden gayrı putlara ibâdet edenler nerededirler? O kimseler ki, benim rızkımla kuvvetlenip asî olurlar. Cebbar ve zâlimler nerededirler! Kibirlenen ve iftihar edenler nerededirler? Şimdi mülk kimindir?” Buna cevap verecek kimse bulunmaz. Zîrâ cenâb-ı Hak, hûrî ve gılmânın dahi Cennetlerinde rûhlarını kabz buyurmuştur. Bundan sonra cenâb-ı Hak, Cehennem çukurlarından olan Sakardan bir kapı açar. Oradan ateş fışkırır. İşte bu ateş, içine atılan yün parçasını yaktığı gibi, ondört denizi kurutur, yeryüzünü kapkara eder ve gökleri sarı zeytinyağı yâhud erimiş bakır gibi bir hâle koyar. Sonra ateşin şiddeti göklere yakın olduğu vakit, Allahü teâlâ öyle bir dehşet ile meneder ki, ateş tamamen söner. Ateşten hiç eser kalmaz. Bundan sonra Allahü teâlâ hazretleri, Arş-ı a’lânın hazînelerinden birini açar. Onda hayat denizi vardır. Bu deniz, yer üzerine şiddet ile yağmur yağdırır. Yağmur, o derece devam eder ki, yeryüzünü kaplayıp, kırk arşın kadar yukarı yükselir. O zaman, toprak olmuş olan insanlar ve hayvanlar, ot gibi biterler..