Ömer bin Hattâb, hiddetle Kâbe’ye gitti bir gün. Resûlullahı bulup îkaz edecekti gûya. Efendimiz aleyhisselâm yeni gelen bir sûreyi okuyordu.
El-Hâkka sûresini.
Köşeye sinip dinledi.
Kendi kendine; “Hele okuması bitsin, o zaman konuşurum” dedi.
Dinledikçe hoşlandı.
Kalbi yumuşadı.
Değişti fikri. İşittiklerine karşı hayranlık duydu. İçinden; “O bir şâir. Zîra bu kadar güzel sözleri ancak bir şâir söyleyebilir” dedi.
Böyle düşündü.
Ama yanılmıştı.
Zîra o böyle düşünürken, Efendimizin okuduğu âyetlerde meâlen; “O şâir değildir. Onun söyledikleri Allah kelâmıdır” buyuruluyordu.
Bunu dinledi.
Hayrete geldi.
Kendi kendine; “Zihnimden geçenleri bildi. Öyleyse o bir kâhin” dedi. Ancak işittiği âyet-i kerîme ile irkildi.
Yanılmıştı yine.
Zîra o âyette de;
“O kâhin sözü değildir. Âlemlerin Rabbinin sözüdür” buyuruluyordu.
Zihni altüst oldu.
Çok duygulandı.
Hattâ ağladı.
Îmân etmek istediyse de, etrâfı bırakmadı. Hazret-i Hamza’nın îman etmesinin üzerinden üç gün geçmişti ki, müşrikler acele toplandılar.
İstişâre ettiler.
Çâre aradılar.
“Ebû Cehil” başroldeydi yine. Herkes bir fikir sürdü öne. Ama Ebû Cehil’e göre çâre bir tekti:
Onu öldürmek!
Yoldaşlarına;
“Arkadaşlar! Bundan sonra tek çâremiz var. Onu öldüreceğiz!” dedi… (Devamı yarın)