İslâm dîni, insanlara yalnız rûhî bilgiler vermekle kalmaz, aynı zamânda onlara dünyâda ne yapmaları gerektiğini bildirir ve onlara rehber olur. Bir insanın, dünyâda rahât, huzûr içinde olması, âhırette de ebedi saâdete kavuşması, Yaratanına inanması ve Onun bildirdiği şekilde hareket etmesine bağlıdır. İnsânın kavgasız, huzûrlu olması, kendinden fedakârlık etmesine yani vermesine bağlıdır.
Vermek, sadece maddi şeyleri vermek değildir. İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, güler yüzle muâmele etmek, başkalarının malına, makamına göz dikmemek, hakkına râzı olup başkalarının hakkına saygılı olmak, yaşlılara saygıda kusûr etmemek, küçüklere şefkatli olmak, hiç kimsenin kalbini kırmamak, almada, vermede kısaca her hususta, Allahü teâlânın emrettiği şekilde adâletli davranmak, ihsânde bulunmak, hep vermektir. Böyle olan kimse, kimseyle kavga etmez ve hiç kimse de bununla kavgalı olmaz.
İnsanlar hastalandıkları zaman, doktora gidip belli bir ücret ödeyerek, hastalıklarını teşhis ettirip lâzım olan ilâçları alıyorlar. Böylece doktora az birşey vermekle ilâçların faydalarına kavuşuyor ve hastalıktan kurtuluyorlar. İnsanların manevi hastalıklardan kurtulmalarının ilâcını da Peygamber efendimiz ve Onun vârisi olan ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor. Resûlullah efendimiz;
(Veren el, alandan yüksektir) buyuruyor.
Veren, her zaman aziz olur, alan ise zelil olur. Malından veren malını, bedeninden veren de, bedenini korumaktadır. Nitekim hadis-i şerifde;
(Mallarınızı zekât vermekle koruyunuz. Hastalarınızı sadaka vererek tedâvî ediniz! Duâ ile belâdan korununuz!) buyuruldu.
Zekât veren zenginlerin dünyâda malı artar. Âhırette de, kendilerine bol sevâp verilir. Peygamber efendimiz;
(Sadaka vermekle mâl azalmaz. Allahü teâlâ, affedenleri azîz eder. Allah rızâsı için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir) buyurmuştur.
AKLIN YARISI…
İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri buyuruyor ki:
“Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. İktisâd eden, tasarrufa riâyet eden aldanmaz. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır.”
Ahmed bin Hadraveyh hazretlerinin evine bir gün hırsız girer. Her tarafı arar, fakat götürecek bir şey bulamaz. Eli boş döneceği sırada Ahmed bin Hadraveyh hazretleri o hırsıza;
-Ey genç! Şu kovayı al su doldur. Abdest al ve namaz kıl. Bu arada evime belki bir şey gelir, sana veririm. Böylece evimden boş dönmemiş olursun buyurur. Genç ne yapacağını şaşırırsa da, onun emrettiği gibi hareket eder. Sabah olunca zengin birisi Ahmed bin Hadraveyh hazretlerine yüz elli altın getirir. Ahmed bin Hadraveyh hazretleri bu parayı o gence vererek;
-Bu altınları al. Bu gece kıldığın namazlar sebebiyle sana mükâfattır buyurur.
Genç onun bu merhameti, ihsânı ve iltifâtı karşısında şaşırır, hâli de değişir. Sonra kendi kendine;
“Yolumu kaybetmiş, bozuk işlere dalmıştım. Bir gece hayırlı bir iş yapıp Allahü teâlâya ibâdet ettim. Rabbim de bana böyle ihsânda bulundu.” diyerek tövbe ededer ve Ahmed bin Hadraveyh hazretlerine talebe olur.
GÜMÜŞ PARA…
Ebû Bekir Kettânî hazretlerini sevenlerden birisi şöyle anlatır:
“Bir zaman, helâl yoldan elime yirmi dirhem gümüş para geçti. Ebû Bekr Kettânî hazretlerinin huzûruna vardım ve bu parayı seccâdesinin bir kenarına koydum. Kendilerine de;
-Efendim, ihtiyaçlarınız için bu parayı harcarsınız dedim. Bana göz ucuyla şöyle bir baktılar ve;
-Biz, içinde bulunduğumuz şu hâli, elimizde bulunan her şeyi vermekle kazandık. Sen ise, dünyâ malı vererek kazandıklarımızı kaybettirmek istiyorsun dediler. Hemen kalkıp seccâdesini silkelediler ve oradan ayrıldılar.
Ben dağılan gümüş paraları yerden toplarken; Onun yüksekliği kadar yüksek, benim de aşağılığım kadar aşağılık olan bir şeyi aslâ görmedim. O ne kadar yüksek, ben ne kadar aşağıyım diye düşündüm.”
Netice olarak; kalbe, rûha lezzet veren şey nefse, nefse tatlı gelen şey de, kalbe sıkıntı verir. Bu sebeple vermek, fedakârlıkta bulunmak, nefse ağır gelir. Halbuki huzûr, rahatlık, vermektedir. Bütün kavgalar, münakaşalar ise, almakta yani her şey bana ait, benim dediğim olsun üzerine kuruludur.