Ehl-i sünnetin dört büyük imâmından birincisi. Hanefî Mezhebinin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reisi. Kendisine İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe denilmiştir. Asıl adı Nûman’dır. 699 (H. 80) yılında Kûfe’de doğdu. Babasının adı, Sâbit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zâtın soyundan olup, Fârisoğullarındandır. Dedesi Zûta, İslâm dînini kabul etmiş ve hazret-i Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sâhibi sâlih ve kıymetli bir zât olan babası Sâbit, hazret-i Ali ile görüşmüş, kendisi, evlâdı ve zürriyeti için duâsını almıştır.
Tahsili: İmâm-ı A’zam Kûfe’de doğup büyüdü ve orada yetişti. Âilesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm’i ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahiv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Gençliğinin ilk yıllarında Eshâb-ı kirâmdan hicrî 93 yılında vefât eden Enes bin Mâlik’i, hicrî 87 senesinde vefât eden Abdullah bin Ebî Evfâ’yı, hicrî 85’te vefât eden Vâsile bin Eska’ı, hicrî 88’de vefât eden Sehl bin Saîde’yi ve hicrî 102’de en son Mekke’de vefât eden Ebu’t-Tufeyl Âmir bin Vâsile’yi görmüştür. Bunlardan hadis dinlemiştir.
O zaman Kûfe, Irak’ın büyük şehirlerinden ve önemli ilim merkezlerindendi. Eski medeniyetlerin yatağı olan Irak’ta değişik dinlere ve sapık îtikâdlara mensup çeşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca îtikâdı bozuk olan Şîa ve Mutezile burada ortaya çıkmış, çölde Hâricîler türemişti. Diğer taraftan Eshâb-ı kirâmla görüşüp onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini nakleden Tâbiînin büyükleri de orada bulunuyordu. Burada hükümet güçlerini ele geçirmek isteyen fırkalar arasında da çetin bir mücâdele sürüp gidiyordu. İmâm-ı A’zam böyle bir muhitte, ilk gençlik yıllarında babası gibi önce ticâretle meşgul olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclisine gidip onları dinliyordu. Bu âlimler kargaşalıkları ve fitneleri ortadan kaldırmak için Ehl-i sünnet îtikâdını yayıyorlar ve sapık fırkalarla mücâdele edip onların bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. Kûfe genellikle bu tip münazaralara sahne oluyor, hattâ bu münâzaralar meclislerden, çarşıya pazara taşıyordu. Henüz çok genç yaşta olan İmâm-ı A’zam da, âilesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle bâzan münâzaralara katılıyor ve onun üstün kâbiliyeti, keskin zekâsı, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı yüzünden okunuyordu. Daha ilme başlamadığı halde sapık fırkalara mensub olanlarla yaptığı münâzaralarındaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeğe başladı. İlim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır:
“Bir gün zamanın âlimlerinden Şâbî’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve bana; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, ulemâdan (âlimlerden) kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum.” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum.” dedi. Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahü teâlânın yardımı ile Şâbî’nin sözünün bana çok faydası oldu.”
İmâm-ı Şâbî’nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başladı. İmâm-ı A’zam önce kelâm ilmini, îmân ve îtikâdı ve münazara bilgilerini Şâbî’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı. İmâm-ı A’zam’ın talebesi Züfer bin Hüzeyl şöyle demiştir: “Hocam Ebû Hanîfe der ki: Önce kelâm ilmini öğrendim. Bu ilimde parmakla gösterilir bir dereceye ulaştım… Daha sonra Hammâd bin Ebî Süleymân’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladım…” Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: “Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O’na dâimâ hamd olsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm… Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimlerle, fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin icaplarını yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkhı bilmekledir. Dünyâ ve âhiret onunla kâim… İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir.”
İmâm-ı A’zam, fıkıh ilmini Hammâd’dan öğrendi. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu’mân’dan başka kimse oturmayacak derdi.
İmâm-ı A’zam’ın hocası Hammâd, fıkıh ilmini İbrâhim Nehaî’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah bin Mes’ûd’dan, bu da Peygamberimizden öğrenmiştir. Hammâd’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu. Bu hususta şöyle demiştir: “Ben, ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla beraber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devam ettim.”
Hocası Hammâd’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medîne’de çoğu Tâbiînden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivâyeti dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bâkır’dan ilim öğrendi. Muhammed Bâkır ona bakıp; “Ceddimin şerîatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!” buyurmuştur.
Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bâkır, ondan sonra da Silsile-i âliyyenin büyüklerinden olan Ca’fer-i Sâdık’tan öğrendi. Yüksek makâmlara kavuştu. Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Âbbâs’ın ilmini, Mekke fakîhi Atâ bin Ebî Rebâh’tan ve İkrime’den, hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in âzatlısı Nâfi’den öğrendi. Böylece, Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Mes’ûd ve hazret-i Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tâbiînden öğrendi.
İmâm-ı A’zam bir gün Halîfe Mansûr’un yanına girdi. Orada bulunan Îsâ bin Mûsâ, Mansûr’a; “Bugün dünyânın en büyük âlimi bu zâttır.” dedi. Halîfe Mansur; “Ey Nu’mân, bu ilmi kimden aldın?” diye sorunca, o da şu cevâbı verdi: “Hazret-i Ömer’den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ömer’den; hazret-i Ali’den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ali’den; Abdullah bin Mes’ûd’dan ilim alanlar vâsıtasıyla da Abdullah bin Mes’ûd’dan aldım.” Bunun üzerine Halîfe Mansûr; “Sen işini gâyet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbâından almışsın.” dedi.
İmâm-ı A’zam, başta Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler hattâ Hıristiyanlar bile onu hep medhetmiş, övmüştür.
İmâm-ı A’zamın hocası Hammâd bin Ebî Süleyman vefât edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri onun yerini dolduracak âlimin, ancak İmâm-ı A’zamın olduğunu görerek, ısrarla hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd’ın yerine müftî oldu ve talebe yetiştirmeye başladı.
Talebeleri: İmâm-ı A’zam, hocası Hammâd’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevâzuu, takvâsı, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dînî meselelerde insanların bütün müşkillerini çözen yegâne mürâcaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, Fâris diyarı (İran), Hind, Yemen ve Arabistan’ın her tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetvâ isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.
İmâm-ı A’zamın meclisinde halk tarafından sorulan suâllerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzâkere yapılırdı. Hergün sabah namazını, câmide kılıp öğleye kadar sorulan suâlleri cevaplandırır, fetvâ verirdi. Öğleden önce kaylûle (öğle vakti bir miktar uyuma) yapıp, öğle namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar câmiye gelip sabaha kadar ibâdet ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mesele alenî (açık) olarak müzâkere edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzâkeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvâyı bizzat söylemek sûretiyle ve anlaşılır ifâdelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kâideleri hâline gelmiştir. Dînî bir mesele cevaplandırılıp halledilince şükür için tekbir getirirlerdi. Bu esnâda Kûfe mescidi tekbir sadâlarıyla inlerdi.
Talebelerine verdiği muntazam dersleri ise çok mükemmel bir usûl ile yürütürdü. Bir taraftan fıkhın eski hâdiselere âit bilinen hükümleri takrir edilir (anlatılır) ve müzâkere yapılır, diğer taraftan yeni hâdiselere âit hükümler bulunurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hâdiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vukû bulabilecek hâdiselere âit hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla İmâm-ı A’zamın derslerinde geçmiş ve yaşanmakta olan hâlin meselelerinden başka, geleceğe âit meselelere geçilmiş ve fıkhın küllî (genel) kâideleri tesbit edilmiştir.
İmâm-ı A’zam’ın ders halkasında çözülen fiilî ve nazarî fıkhî meseleleri yarım milyona ulaşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahiv ve hesaba (fen ilimlerine) âit öyle ince meseleler de vardır ki, onların meydana çıkarılması ve çözülmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi âciz kalmışlar, hayranlıklarını ifâde etmişlerdir. Çözülen fıkhî meseleler cinslerine göre kısımlara (kitaplara), kısımlar da nevilerine göre bab ve fasıllara ayrılmıştır. Başta tahâret bahsiyle ibâdetler, münâkehât, muâmelât, hudûd (had cezâları), ukûbât, sulh, cihad ve devletler hukûku, ferâiz, yâni mîras hukuku olmak üzere sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir.
Böylece İmâm-ı A’zam, fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usûller koymuş, Ferâiz ve Şurût kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimizden naklen bildirdiği îmân, îtikâd bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. İlm-i Kelâm, yâni îmân bilgileri mütehassısları yetiştirdi. İmâm-ı Mâtürîdî ondan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı (Bkz. İmâm-ı Mâtürîdî). Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine çıkmıştır. Bâzı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve künyelerini, mensub oldukları şehirlerini tesbit edip, yazmışlardır.
İmâm-ı A’zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetişirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Onun ders usûlünü ve talebelerini görmek için gelen, aralarında Tâbiînin büyüklerinin de bulunduğu ilmî bir heyet onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellîsisiniz.”, buyururdu.
Emevîlerin son zamanlarında Emevî vâlisi, İmâm-ı A’zama devlet idâresinde bir vazife vermek isteyerek bu hususta zorlamıştır. Fakat İmâm-ı A’zam bir takım sebeplerden dolayı bu vazifeyi aslâ kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, hicrî 130 (M. 747) yılında Mekke’ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke’de de talebelere ders ve fetva vererek ilmî mütâlaalar yaptı. Daha sonra Abbâsîlerin bir devlet hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kûfe’ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devâm etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslâm dünyâsının her tarafına yayılarak müftîlik, müderrislik, kâdılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamberimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saâdete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.
Başta gelen talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhur Yâkûb bin İbrâhim, Muhammed Şeybânî, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyâd, oğlu Hammâd, Dâvûd-i Tâî, Esad bin Amr, Âfiyat bin Yezid el-Advî, Kâsım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibbân bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.
İctihâdı (Mezhebi): İmâm-ı A’zam, fıkhı; “Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak” diye târif etmiştir. Bu târife göre fıkhı tesbit etmek için, Edille-i şer’iyyeye başvururdu. Bunlar Kitap, yâni Kur’ân-ı kerîm, Sünnet (Peygamber efendimizin sözleri, fiilleri ve takrirleri), İcmâ-ı Ümmet (Eshâb-ı kirâmın bir mesele hakkındaki sözbirliği) ve Kıyas-ı Fukahâ (hükmü verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hükme bağlamak)dır (Bkz. İlgili maddeler).
İmâm-ı A’zam herhangi bir fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir edilmesi, yâhut da cevabı bulunmak üzere mevzu (konu) edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa baş vururdu. Önce Kur’ân-ı kerîm’e bakar, hükmü aranan meselenin işâret yoluyla, iktizâ yoluyla, ibâre yoluyla veya delâlet yoluyla cevâbı varsa meseleyi ona göre çözerdi. Meselenin halli için Kur’ân-ı kerîmde delil bulunmazsa Sünnete, burada da bulamazsa İcmâ-ı Ümmete bakardı. Bu kaynaklarda bulursa meseleyi çözerdi, hükmünü bildirirdi. Şâyet sırasıyla bu üç kaynakta bulamazsa, o zaman Kıyâsa başvurur ve kendisine mahsus olan istihsan kâidesiyle hüküm verir ve meseleyi çözerdi. (Bkz. İctihâd)
İşte İmâm-ı A’zam Ebû Hanife; en mükemmel usûllerle yaptığı uzun çalışmaları ve ictihadı neticesinde çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile Müslümanların ibâdetlerinde ve diğer işlerinde İslâmiyete doğru bir şekilde uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefî Mezhebi”denildi.(Bkz. Hanefî Mezhebi)
İmâm-ı Şâfiî şöyle buyurmuştur: “Bütün Müslümanlar İmâm-ı A’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir.” (Yâni, bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi İmâm-ı A’zam da insanların işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir işten kurtarmıştır).
Yaşadığı devrin özellikleri: İmâm-ı A’zamın yaşadığı devir, Emevîler ve Abbâsîler zamanına isâbet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, on sekiz yılını da Abbâsîler devrinde geçirdi. Emevî devletinin son bulup, Abbâsî devletinin kuruluşuna ve bu arada vukû bulan çeşitli hâdiselere şâhit oldu. Bütün hâdiseler içerisinde İmâm-ı A’zam, bir taraftan dîni öğrendi ve öğretti. Diğer taraftan da, Ehl-i sünnet îtikâdında olan insanları, îmândan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyûn” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti. Bunların başında Şiî, Hâricî, Mürcie, Mûtezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı münâzaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Hattâ ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıçlarıyla yanına girip münâzara edenler, aldıkları iknâ edici cevaplar karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde çekip gidiyorlardı.
Şahsiyeti ve büyüklüğü: İmâm-ı A’zam, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına herhangi bir siyâsî düşünce ve güç, nefsânî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe nefsine tam olarak hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde (yüksek İslâm ahlâkı) ile her hâlükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muârızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sâhibiydi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfûz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.
Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bâzı meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muârızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.
Hâsılı İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin Müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i sünnet îtikâdı), doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.
İmâm-ı A’zam, İslâm dînine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslâmiyeti îmân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dinini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce îtikâdda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın müceddidi (dînin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.
Buhârî ve Müslim’deki bir hadîs-i şerîfte; “Îmân, Süreyya yıldızına çıksa, Fâris oğullarından biri elbette alıp getirir.” buyruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı A’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve Müslim’de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslümanlardır (yâni Eshâb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tabiîndir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tebe-i tâbiîndir).” buyruldu. İmâm-ı A’zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen Tâbiînden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrât-ul-Hisân, Mevdû’ât-ül-Ulûm ve Dürr-ül-Muhtâr da yazılı olan hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
Âdem (aleyhisselâm) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu’mân, künyesi Ebû Hanîfe’dir. O, ümmetimin ışığıdır.
Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.
Ümmetimden biri, şerîatimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Nu’mân bin Sâbit’tir.
Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamanının en yükseğidir.
Hazret-i Ali de; “Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helâk olacaktır. Nitekim Şiîler de, Ebû Bekr ve Ömer için helâk olacaklardır.” buyurdu.
İmâm-ı A’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu medh etmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır:
Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik’in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere: “Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır, dese isbat eder.” dedi. Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Hanîfe’nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı.
Yine Abdullah ibni Mübârek der ki: “Hasan bin Ammâre’yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe’ye şöyle diyordu: “Allahü teâlâya yemin ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevap olanını görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyen sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.”
Hâfız Muhammed ibni Meymûn der ki: “Ebû Hanîfe’nin zamanında ondan ârif ve fakîh yoktu. Yemin ederim ki, onun mübârek ağzından bir söz duymağa yüz bin dinar (altın) veririm.”
İbn-i Üyeyne; “Onun eşini ve benzerini gözüm görmedi, fıkıh bilgisi Kûfe’de Ebû Hanîfe’nin talebesindedir.” demiştir.
Dâvûd-ı Tâî’nin yanında Ebû Hanîfe’den konuşuldu. Buyurdu ki: “O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur.”
Hafız Abdülazîz ibni Revvâd der ki: “Ebû Hanîfe’yi seven, Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebindedir. Ona buğz eden, kötüleyen bid’at sâhibidir. Ebû Hanîfe bizimle insanlar arasında miyârdır (ölçüdür). Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğz edenin bid’at sâhibi olduğunu anlarız.”
İbrâhim bin Muâviye-i Darîr der ki: “Ebû Hanîfe’yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebû Hanîfe adâleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder ve herkesin müşkillerini çözerdi.”
Hakikate varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî; “Eğer Mûsâ veÎsâ aleyhimesselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.” buyurmuştur.
İmâm-ı Şâfiî; “Ben Ebû Hanîfe’den daha büyük fıkıh âlimi bilmem. Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin.” buyurmuştur.
Ahmed ibni Hanbel; “İmâm-ı A’zam, verâ (haramlara düşme korkusuyla şüphelilerden sakınan) ve zühd (dünyâya düşkün olmayan), îsâr (cömertlik) sahibiydi. Âhirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi.” buyurmuştur.
İmâm-ı Mâlik’e; “İmâm-ı A’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukâyese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler, diye hep meth ederim.” buyurmuştur.
İmâm-ı Gazâlî; “Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifeti tam bir ârif idi. Takvâ sâhibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi.” buyurmuştur.
Yahyâ bin Muâz-ı Râzî anlatır: Peygamber efendimizi rüyâda gördüm ve; “Yâ Resûlallah, seni nerede arayayım?” dedim. Cevâbında; “Beni, Ebû Hanîfe’nin ilminde ara.” buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: “İmâm-ı A’zam, abdestin edeplerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sahibi, sünnete uymakta ictihad ve istinbatta (şer’i delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A’zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine (ictihâdına tercih) ederdi.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mebde’ ve Meâd risalesinde de şöyle buyurur: “Derecesinin yüksekliğini ve kıymetini anlatmaktan âciz olduğumuz o büyük imâmın şânından ne yazayım! Müctehidlerin en verâ sâhibiydi. En müttekîsi (Allah’tan korkarak haramdan çok sakınanı) o idi. Şâfiî’den de, Mâlik’ten de, İbn-i Hanbel’den de her bakımdan üstündü.”
Yine İmâm-ı Rabbânî ve Muhammed Pârisâ buyurdular ki: “Îsâ aleyhisselâm gibi ülülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîniyle amel edince ve ictihad buyurunca, ictihâdı İmâm-ı A’zamın (rahmetullahi aleyh) ictihâdına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı A’zamın büyüklüğünü, ictihâdının doğruluğunu gösteren en büyük şâhittir”.
Son asrın, zâhir ve bâtın (kalp) ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî buyurdu ki: “İmâm-ı A’zam, İmâm-ı Yûsuf veİmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yâni herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; “O iki sene olmasaydı, Nu’man helâk olurdu!” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Ca’fer-i Sâdık’tan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte; “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” buyuruldu. Vâris, her hususta verâset sâhibi olduğundan, zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O hâlde her iki ilimde de kemâldeydi.”
İslâm âlimleri, İmâm-ı A’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, O’nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İslâm dünyâsında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini kelâm, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri tesbit etti. Böylece O’nun asrında zuhûr eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dînine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmâm-ı A’zamdan önce İslâmiyetin ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşıyan salih ve temiz Müslümanların ilimleri başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmeldi. İlk yıllarda ilimlerin kâğıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber, İslâm âlimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve Müslümanların günlük hayatlarında kendiliğinden vücud bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En mühim olan îmân (îtikâd), ibadet ve ahlâk bilgileriydi. Bu bilgilere Yunan felsefesi, Hıristiyanlık, Yahûdilik, Hint inançları, Mecûsilik ve benzeri bozuk yolların İslâmiyeti içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi başgösterince, yüksek din bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecburiyet hâlini aldı. İmâm-ı A’zam hazretleri bu çok mühim vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan Şia, Mu’tezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların İslâmiyeti her bakımdan doğru, berrak hâliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünya ve âhiret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı A’zam’ın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imâmları, İslâm âlimleri, evliyanın büyükleri tarafından da tâzim ve şükranla yad edilmiş, bu büyük imâm “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmâm-ı A’zam” (en büyük imam) adıyla anılmıştır.
Takvâsı ve menkıbeleri: İmâm-ı A’zam ticâret yapardı. Onun kanâatkarlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı ticâret muâmelelerinde de dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu hazret-i Ebû Bekr’e benzetirlerdi. Ticâreti ortakları ile berâber yapar ve her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevâzu ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allah’a hamd edin. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahü teâlânın ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cumâ günü anasının, babasının ruhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır.” buyurdu. Orada bin akçe vardı.
İmâm-ı A’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye sordu. Adam cevâbında; “Size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım.” dedi. İmâm-ı A’zam; “Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et!” dedi.
Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmâm-ı A’zam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı.
Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyâta verirdi. Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi mâliyeti fiyâtına sat, dedi. Dört dirhem ver, onu al, deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; “Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?” dedi. “Hayır, bunda alay yok.” deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi.
Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riayet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmâm-ı A’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır, dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder, deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.
İmâm-ı A’zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Kâ’be-i muazzama içine girip burada iki rekât namaz kıldı. Namazda bütün Kur’ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak; “Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!” diyerek duâ etti. O anda bir ses işitildi ki: “Ey Ebû Hanîfe sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim.” buyruldu. Her gün ve her gece Kur’ân-ı kerîmi bir kere hatmederdi, sonuna kadar okurdu.
Kûfe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmâm-ı A’zam bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle, “koyunun yedi sene yaşadığını” bildiği için, yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Göz yaşlarının hasır üzerine yağmur gibi düştüğü duyulurdu.
Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün polisler onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A’zam, “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A’zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Buraya teşrifinizin sebebi nedir?” dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli: “Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfiydi.” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A’zam o gence; “Bak biz seni unutmuyoruz.” diyerek ona bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A’zam’ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti.
İmâm-ı A’zam’ın Kur’ân-ı kerîm’e vukûfiyeti o kadar derindi ki, bir defasında bir iş için evinden çıkıp atına binmek üzereyken bir kadın gelip suâl sordu. Bir an düşünüp kadına; “Kur’ân-ı kerîmi baştan sona kadar düşündüm. Senin suâlinin cevabı Kur’ân-ı kerîmde açıkça yok. İstersen biraz bekle, ben hemen geleceğim, senin suâlinin cevâbını veririm.” dedi. Sonra gelip gerekli cevâbı verdi.
İmâm-ı A’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücudunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadîs-i şerîfte, “Âlimlerin kanı zehirlidir.” buyrulan âlimlere dahil miyim?”dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.
İmâm-ı A’zamı hased eden (çekemeyen) biri, onu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete dâvet etti. İmâm-ı A’zam bu dâveti kabul edip talebelerine, ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya vardıklarında davet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı A’zam, ellerini yıkamak için nehre gitti, talebeleri de onu tâkip ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemekten yiyip zehirlendiğini görerek yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar. Böylece bir sünnete (yâni, yemekten önce el yıkamaya) uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören dâvet sahibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.
İmâm-ı A’zam, bir gece rüyâsında Peygamberimizin kabrini açmış, mübârek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rüyâsını Tâbiînin büyüklerinden İbn-i Sîrîn’e gidip anlattı. İbn-i Sîrîn; “Bu rüyânın sahibi sen değilsin, bunun sâhibi Ebû Hanîfe olsa gerek.” dedi. “Ebû Hanîfe benim!” deyince, İbn-i Sîrîn; “Sırtını aç göreyim.” dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir “ben” gördü ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; «Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir “ben” bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder.» buyurdu.” dedi.
Bir gece yatsı namazını cemaatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mesciddeyken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına kadar konuşup diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.
Allahü teâlâyı inkar eden bir dehrîye (dinsize) İmâm-ı A’zam şöyle demiştir: “Sana birisi, ben kasırgalı bir havada, dalgaları çok şiddetli olan bir deniz üzerinde, içinde kaptanı ve mürettebâtı olmayan, fakat kendiliğinden deniz üzerinde doğru istikamete giden bir gemi gördüm dese, acaba bu kimsenin söylediği şeye, doğru, diyebilir misin?” Dehrî; “Hayır, bunu akıl ve mantık kabul etmez, bu asla mümkün değil! Onu bir sevk eden olması lâzımdır.” deyince, İmâm-ı A’zam; “O halde bu muazzam kâinâtın ve onda cereyan eden mükemmel hâdiselerin yaratanı olan Allahü teâlâyı nasıl inkâr edersin?” dedi. Dehrî, bir şey söyleyemedi ve düşüp bayıldı.
SeyyidMuhammed Bâkır ile görüştüklerinde, Muhammed Bâkır, İmâm-ı A’zam’a; “Sen ceddim Resûlullah’ın dînini, kıyasla değiştiriyormuşsun?” deyince, İmâm-ı A’zam; “Allah korusun, böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makama oturunuz, benim size hürmetim var.” dedi. Bunun üzerine Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A’zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti. İmâm-ı A’zam; “Size üç suâlim var, cevap lütfediniz.” deyip; “Kadın mı daha zayıftır, erkek mi?” diye sordu. O da, “Kadın daha zayıf.” dedi. Tekrar; “Kadının mirasta hissesi kaç?” dedi. “Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır.” deyince, İmâm; “Bu, ceddin Resûlullah’ın kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (âyet ve hadis ile) amel ediyorum.” dedi. Sonra:
“Namaz mı daha faziletli, yoksa oruç mu?” diye sordu.
“Namaz daha faziletli.” diye cevap verince, İmâm-ı A’zam; “Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kazâ etmesini söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.” dedi. Tekrâr:
“Bevil mi daha pis, yoksa meni mi?” diye sordu.
“Bevil daha pistir.” diye cevap verince, İmâm-ı A’zam; “Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben hadise aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullah’ın dînini değiştirmekten Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun.” dedi. Nass (Kitaptan ve sünnetten delil) olan yerde kıyas yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır, onu kucaklayıp alnından öptü.
İmâm-ı A’zam hazretleri, oğlu Hammâd’la berâber terâvih için Ömer bin Zerr’in mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesâfe 3 mil (yaklaşık 6 km) idi. Bir defâsında İmâm-ı A’zamın annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sor!” İmâm-ı A’zam hazretleri gidip bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sordu. Ömer; “Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin.” deyince, İmâm-ı A’zam; “Ben annemin emrine muhâlefet etmem.” dedi. Ömer bin Zerr; “Bu meselenin cevâbı nedir?” diye sordu. İmâm-ı A’zam meselenin cevâbını söyleyince, Ömer bin Zerr de; “Öyle ise git, annene böyle söylediğimi bildir.” dedi.
Ali bin Ca’de, Ebû Yûsuf’un şöyle dediğini nakleder:
Babam öldüğü zaman ben küçüktüm. Annem sanat öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp İmâm-ı A’zam’ın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip; “Bu çocuğun senden başka üstadı yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir.” dedi. Hocam buyurdu ki: “Sen onu kendi hâline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor.” Bunun üzerine annem dönüp gitti. Ben ise daima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım. Böylece Allahü teâlâ bana ilimden çok şeyler nasip eyledi. Daha sonra bana kâdılık vazifesi verdiler. Bir gün Abbâsî halîfesi Hârûn Reşîd ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Hârûn Reşîd bana; “Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler.” dedi. Ben güldüm. “Niçin gülüyorsun?” dedi. Ben de İmâm-ı A’zamla ilgili olan o hâdiseyi anlattım. Hârûn Reşîd bunun üzerine; “Gerçekten ilim insanı yükseltir. İnsanların baş gözüyle göremediklerini o kalp gözüyle görürdü.” dedi ve hocama rahmetle duâ etti.
Vefâtı: Ömrünün son yıllarında Abbâsî devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı A’zam bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini yetiştiriyordu. H. 145 yıllarında vukû bulan hâdiselerden sonra Halîfe Mansûr, onu Kûfe’den Bağdad’a getirterek, kendisinin haklı olarak halîfe olduğunu herkese bildirmesini, buna karşılık temyiz reisliğini verdiğini bildirdi. İmâm-ı A’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyâset işlerine asla karışmayıp ilim yolunda kalmak istediğinden bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr, İmâm-ı A’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Bir müddet sonra çıkardı ise de, tekrar hapse attırdı ve işkenceye devam ettirdi. Hergün vurulacak sopa adedini arttırdı. Fakat halkın galeyana gelip hücum etmesinden korktu. Nihayet İmâm-ı A’zam zehirlenmek sûretiyle, 767 (H. 150) senesinde, yetmiş yaşındayken şehid edildi.
Vefât ettiği yerde Kur’ân-ı kerîmi yedi bin kere hatim etmişti. Vefât ederken secde etti. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdat kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakîhimiz sendin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!”
Cenâzesinin kaldırılacağı sırada Bağdat halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar elli bin kişiden fazlaydı. Gelenler çok kalabalık olduğundan ikindiye kadar altı defa cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırmıştı. Bağdat’ta, Hayzeran Kabristanının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtından dolayı çok üzüldüler. Büyük âlimlerden Şu’be’ye vefât haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar.” dedi. Vefâtından sonra çok kimseler onu rüyâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, onun şanının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: “Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebû Hanîfe’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşurum.”
“Yüz elli senesinde dünyânın ziyneti gider.” hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A’zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte İmâm-ı A’zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Sa’d-i Harezmî İmâm-ı A’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.
Eserleri:
İmâm-ı A’zamın eserleri pekçok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tânedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf’un rivâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin toplayıp yazdığı Zâhir-ür-Rivâye denilen kitaplarla nakledilmiştir. (Bkz. Ebû Yûsuf ve Muhammed Şeybânî)
1. Risâle-i Redd-i Havâric ve Redd-i Kaderiyye: İmâm-ı A’zamın usûl-i dinde ilk yazdığı eserdir.
2. El-Fıkh-ul-Ekber: Akâide dâirdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddîn bin Behâeddîn tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap İhlâs A.Ş. tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevî, Ebü’l Müntehâ ve İmâm-ı Mâtürîdî tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.
3. El-Fıkh-ül-Ebsat: İmâm-ı A’zam bu eserinde istitâ’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.
4. Er-Risale li Osman Büstî: Eserde îmân, küfr, ircâ ve va’îd meseleleri açıklanmıştır.
5. Kitab-ül-Âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehl-i sünnet îtikâdını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.
6. Vasiyyet-i Nûkirrû: Eserde Ehl-i sünnet vel-cemâatin hususiyetleri anlatılmakta, akâid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammâd’a ve talebesi Ebû Yûsuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnâmesi vardır.
7. Kasîde-i Nûmâniyye.
8. El-Asl.
9. El-Müsned-lil-İmâm-ı A’zam Ebî Hanife.
Buyurdu ki:
“Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”
“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir.ÇünküAllahü teâlâ, iyiliği mükâfatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”
“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibârettir.”
“İnsan, her şeye şifâ veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine devâ olması için ilâç kullanır. Çünkü ilâç bir sebeptir. Şifâsını verecek olan ise Allahü teâlâdır.
“Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belâya uğrarsa, gizli veya âşikâr; “Yâ Rabbî, bana bu belâyı neden verdin?” diye şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.
“Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de âşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murâkabe edemezler.”
Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazifeye tâyin edilip Basra’ya giderken Ebû Hanîfe ona şu vasiyetlerde bulunmuştur: “Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sâhiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!..”
“Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde senin etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilâfını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.”
“Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğretti