(Dünden devam)
Efendimiz “aleyhisselâm” ile hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” o mağarada bir müddet kaldılar. Hazret-i Ebû Bekr susadı.
Lâkin dağda su ne arasın!
Yanlarında da yoktu.
Harâreti had safhâya gelince, Sultân-ı Enbiyâ’ya “aleyhisselâm” bunu arz etti.
Server-i âlem;
“Yâ Ebâ Bekr! Dışarıya çık. Mağaranın önünden akan nehirden doyasıya iç” buyurdu.
Hemen dışarı çıktı.
Gördü ki, bir ırmak akar.
Kardan soğuk.
Baldan tatlı.
Kokusu misk gibi.
İçip, geri geldiğinde;
“Yâ Resûlallah! Bu ne hayât suyudur ki, bu dağın başında hâsıl olmuş” diye sual etti.
Resûl-i ekrem;
“Allahü teâlâ hazretleri vazîfeli bir meleğe emretti ki, Cennet-i firdevs’ten bu akarsuyu getirip bu mağaranın önünde akıtsın ve sen içesin” buyurdu.
Hazret-i Sıddîk sevindi.
Ve çok neşelenip;
“Babam ve anam sana fedâ olsun yâ Resûlallah. Ebû Bekr’in Hak sübhânehü ve teâlâ katında bu kadar mertebesi var mıdır ki, onun için Mekke’nin dağında Cennetten ırmak akıtır?” dedi.
Resûl-i Ekrem;
“Evet yâ Ebâ Bekr, Allahü teâlâ hazretleri katında daha ziyâde kıymetin vardır. Beni hak Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sana buğz eden kimseler Cennete giremezler!” buyurdular. (Devamı yarın)