El-Iclî hazretleri, büyük hadîs âlimi ve tarihçidir. 181 (m. 797)’de Kûfe’de doğmuş 261 (m. 875)’de Trablusşam’da vefât etmiştir. Şöyle nakleder:
Selmân-i Fârisî “radıyallahü anh” Müslümân olmadan önce birçok râhip ile sohbet etmiş, pek çok patriğin hizmetinde bulunmuştu. Her biri ömrünün sonunda başka bir râhibin yanına gitmesini vasiyet etmişti. Yanında bulunduğu son râhibin de, vefâtı yaklaşınca, sizden sonra kimin yanına gideyim, diye sordu. O râhip dedi ki:
“Şu ânda yeryüzünde sohbetinde bulunacağın ve sana hayır gelecek bir kimse bilmiyorum. Fakat, âhir zaman Peygamberinin gönderilmesi yaklaştı! O Peygamber İbrâhîm aleyhisselâmın dîni üzere olur. O iki taşlık arâzî arasında ve hurma ağacının bol olduğu bir yerde bulunacaktır. İki kürek kemiği arasında nübüvvet mührü vardır. Hediyeyi kabul eder. Sadakayı kabul etmez…”
Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” o râhibin vasiyeti üzerine Arabistân’a gitmek üzere yola çıktı… Sonunda Medîne’ye ulaştı. Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîne’ye hicret ederken Kubâ’da konakladıkları sırada, Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” yanına bir şeyler alıp, Resûlullahın huzûruna gitti. Götürdüğü şeyleri bunlar sadakadır diyerek takdîm etti. Resûlullah efendimiz, Eshâbına, siz yiyiniz, buyurdu ve kendisi yemedi. Selmân-ı Fârisî kendi kendine alâmetin birisi ortaya çıktı, dedi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatmıştır:
“Resûlullah efendimiz Kubâ’dan Medîne’ye gelince yine yanıma bir şeyler alıp huzuruna gittim. Bunlar hediyedir, dedim. Resûlullah efendimiz Eshâbıyla birlikte o hediyeden yediler. Kendi kendime ikinci alâmet de tamam dedim. Sonra bir defasında daha huzûruna vardım. Resûlullah Bakî Kabristânı’nda Eshâbından birinin cenâzesinde idi.
Üzerinde biri ridâ, biri de izâr olmak üzere iki gömlek vardı. Ben nübüvvet mührünü göreyim diye yakın durdum. Resûlullah efendimiz beni nübüvvet mührünü görsün diye mübârek omuzundan ridâsını indirdi. Nübüvvet mührünü gördüm. Tam râhibin bana tarif ettiği gibi idi. Elimde olmayarak eğilip, nübüvvet mührünü öptüm ve ağladım.
Resûlullah efendimiz beni huzûruna çağırdı. Varıp oturdum. Başımdan geçen hâdiseleri birer birer anlattım. Hoşlarına gitti. Eshâb-ı kirâmın da bunları duymasını istedi…”