Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin “rahmetullahi aleyh” torunlarından Cezîrî hazretleri bir zaman Kâhire’ye gelmişti. Orada biri vardı.
İbn-ül Enbâbî.
Evliyâ torunuydu.
Evliyâdan İsmâil Enbâbî hazretlerinin torunu idi. Cezîrî hazretleri, işte bu İbn-ül-Enbâbî’ye uğradı. Ancak Onun kendisiyle ilgili uygunsuz sözlerini işitti.
Çok üzüldü.
Kalbi kırıldı.
Eve geri geldi. O gece çok duâlar edip, kendisine yapılan bu çirkin muâmeleyi, kalb yoluyla dedesi Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine arz etti.
Ve o kederle yattı.
Gece yarısıydı.
Kapısı çalındı.
Açtığında İbn-ül-Enbâbî’yi gördü. Pişman bir vaziyette özür dileyip ellerine sarıldı ve; “Ne olur beni affet. Ne emredersen yapayım” dedi.
Cezîrî sordu ona;
“Niye şimdi geldin?”
O da şöyle anlattı: Rüyâmda hem senin ceddin Abdülkâdir Geylânî hazretlerini, hem de benim ceddim olan İsmâil Enbâbî hazretlerini gördüm.
Bana kırgındılar.
Ama haklıydılar.
Ben haksızdım.
Ceddin Abdülkâdir Geylânî hazretleri bana bakıp; “Eğer deden İsmâil Enbâbî şefâat etmeseydi, ağır cezaya çarptırılacaktın” dedi.
Dedem de kızgındı.
Sıra Ona geldi.
Bana bir bakıp;
“Haydi kalk, yastığının altındaki yılanı öldür!” dedi. Korkuyla uyandım. Yastığımı kaldırdığımda çok iri bir “yılan” görüp öldürdüm ve hemen sana geldim. Ne olursun beni affet!..