Bir gün Efendimiz “aleyhisselâm” Harem-i şerîfe geldi. Aliyyül Mürtezâ omuzunda idi. İnsanlar oturmuş, namlı pehlivânlardan bahsediyorlardı.
Resûl-i Ekrem
“aleyhisselâm”
Onlara dönüp;
“Şu omuzumdaki oğlan, bu söylediğiniz pehlivanların hepsinden üstün pehlivân olacak, yeryüzünde buna benzer bir pehlivân daha bulunmayacaktır” buyurdu.
Onu dinlediler.
Ve cevap verip;
“Yâ Muhammed-ül Emîn! Sen, küçük bir çocuk için böyle neler vadedersin” dediler.
Server-i âlem
“aleyhisselâm”;
“Siz bu dediklerimi unutmayın. Yıllar sonra bunu görürsünüz” buyurdu.
Alî bin Ebî Tâlib
“radıyallahü anh”
Üç yaşına girmişti ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri ile birlikte namâz kılıyordu. Babası Ebû Tâlib onu böyle gördü.
Bir şey demedi.
Annesi gördü.
Ebû Tâlib’e; “Görür müsün, bizim Alî, Muhammed ile birlikte namâz kılıyor. Kâbe’ye karşı secde ediyor. Bizim putlarımıza tapmıyor” dedi.
Ebû Tâlib;
“Evet” dedi.
Ardından;
“Yâ Fâtıma! Biz onu Muhammed’e vermişiz. Alî Onundur. Ne yaparsa doğrudur. Muhammed hangi dinde olursa, Alî de Onun yoldaşı ve dindaşı olsun, Ondan ayrılmasın” dedi.