Müslümanlar, merhamette, tıpkı bir bedenin uzuvları gibi olmalıdır. Nasıl ki, bedenin herhangi bir uzvu rahatsızlandığında bütün uzuvlar perişan oluyorsa, hasta olan uzuv iyileşince rahatlıyorsa Müslümanlar da, içlerinden birisi rahatsız olduğu zaman, o kimse bu rahatsızlıktan kurtuluncaya kadar rahatsızlık duymalıdırlar. Peygamber efendimiz bir gün, bir yerde oturuyorlardı. Yanlarında da, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali vardı. Resûlullah efendimiz birden ağlamaya başladılar. Hazret-i Ebû Bekir, Resulullah efendimize ağlamalarının sebebini sual edince, cevaben;
-Nasıl ağlamayayım ki, ümmetimin yolu çok uzundur. Omuzlarında ise çok ağır günâhlar vardır. Onların günâhları yağmur ve kar tanelerinden, deniz köpüğünden ve ağaçların yapraklarından da fazladır, buyurdular. Hazret-i Ebu Bekir;
“KALBİNİZİ FERAH TUTUNUZ!”
-Ya Resûlallah! Kalbinizi ferah tutunuz! Müslümanların yüklerini hafifletmek için, onların günâhlarının yarısını ben üzerime alacağım! diye arz etti. Bu cevabı alan Resûlullah efendimiz hazret-i Ömer’e dönerek;
-Ebû Bekir’in dediklerini işittin! Peki sen ümmetimin günâhkârları hakkında ne diyorsun? buyurunca hazret-i Ömer;
-Ya Resûlallah! Ben Ebû Bekr’in yaptığı gibi yapamam! Yalnız Müslümanların günâhlarının üçte birini yüklenirim, diye arz etti. Peygamber efendimiz hazret-i Osman’a da aynı suali yöneltince, O da;
-Ya Resûlallah ben de Ömer’in yaptığı gibi yapamam. Fakat Müslümanların günâhlarının dörtte birini yüklenirim, diye arz ettiler. Peygamber efendimiz daha sonra hazret-i Ali’ye döndüler ve aynı suali Ona da sordular. O da;
-Ya Resûlallah, ben Sırat köprüsünün kenarında duracağım. Ümmetinin günâhkârlarının ateşe düşmelerine mâni olacağım. Eğer onların durumu çok sıkışırsa, kendimi onlar için fedâ edip ateşe atacağım, diye arz etti. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali’nin cevabından da memnun olup teşekkür ettiler ve oradan ayrılıp hazret-i Aişe vâlidemizin yanına gittiler. Ona da durumu anlattılar ve;
-Ya Âişe! Sen mü’minlerin annesisin, annenin çocuklarına şefkatli olması lâzımdır! Peki sen ümmetimin günâhkârları için ne yapacaksın? diye sual ettiler. O ânda hazret-i Fâtıma da orada idi. Bunun için hazret-i Âişe vâlidemiz;
-Ya Resûlallah! Fâtıma’nın huzûrunda bir şey diyemem, diye arz ettiler. Hazret-i Fâtıma da;
-Ey Babacığım! Annenin huzûrunda kızın konuşması uygun olmaz, diye cevap verdi. Onun bu cevabı üzerine hazret-i Âişe vâlidemiz;
-Ya Fâtıma! Allaha yemin ederim ki, senden önce bu konuda bir şey söyleyemem, dedi. Bunun üzerine hazret-i Fâtıma Peygamber efendimize dönerek;
-Ey Babacığım! Mîzânın kurulacağı yere gelip, ümmetinin hesâbını takip etmek için orada duracağım. Ümmetinin günâhları sevaplarından ağır gelirse, oğlum Hasan’ın zehirle kirlenmiş gömleğini onların sevâp kefesine koyacağım. Şâyet sevap kefeleri yine de ağır gelmezse, bu sefer oğlum Hüseyin’in kanla kirlenmiş gömleğini ilâve edeceğim, diye arz etti. Resûlullah efendimiz, tekrar hazret-i Âişe vâlidemize dönerek;
-Ey mü’minlerin annesi! Sen ne diyorsun, sen ne yapacaksın? diye sual ettiler. Hazret-i Âişe vâlidemiz cevap vermeden odasına girdi ve secdeye kapanıp ağlayarak;
“Ya Rabbî! Sen, beni mü’minlerin annesi yaptın, kalbime evlât şefkati koydun ve onların sevgisini gönlüme yerleştirdin. Sen bilirsin ki, bir ana, çocuğunun Cehenneme girmesine râzı olamaz. Bunun için onları benimle Cennete gönder! Yoksa beni de onlarla Cehenneme koy!” diye duâ etti.
“BU NE HÂLDİR?”
Hazret-i Aişe validemizin bu yalvarışının akabinde, Cebrâil aleyhisselâm gelerek Peygamber efendimize;
-Bu ne hâldir yâ Resûlallah! Allahü teâlâ;
(Âişe-i Sıddıka’ya de ki, O’nu, Cehenneme göndermem benim keremime yakışmaz. Çünkü O, Habîb’imin zevcesidir. Çocukları, annelerinden ayırmak da câiz değildir) buyurdu diye bildirdi.
Netice olarak, Resûlullah efendimizin ve Onun Eshâbının, mü’minlere karşı şefkati, merhameti işte böyle idi. Peygamber efendimizin ve Onun vârislerinin, bu söz ve nasihatlerini hiçbir zaman unutmamamız ve bu şefkate, bu merhamete lâyık olmaya çalışmamız lazımdır. Aksi hâlde, mahrûm kalır ve perişân oluruz.