Hanıma dedim ki: “Benim İstanbul’a gitmem lazım.” O da “Üzeyir daha dün İstanbul’dan geldik ya” dedi…
Afyonkarahisar’da görev yaparken 2000 yılı Temmuz ayında MEB Tekirdağ Kumbağ’daki Millî Eğitim Bakanlığına ait kampına katıldım. Kamp 10 günlüktü. Amacımız Trakya bölgesini gezip-görmekti.
Kampın 3. veya 4. günüydü. Sabahleyin erkenden çocuklarla birlikte arabamızla İstanbul’a gittik. Bildiğimiz kadarıyla İstanbul’da Sultanahmet, Ayasofya, Eminönü ve Mısır Çarşısı ile Topkapı Sarayı’nı gezdik. Akşamüzeri yine Tekirdağ’a kampa döndük. Çok da yorulmuştuk.
O günün akşamı, gece saat 01.00 civarıydı. Çocuklar yattıktan sonra yalnız başıma dışarı çıktım. Sahil kenarına oturup dalgaların sesini dinledim.
Ortalık o kadar sessiz ki, sadece böceklerin sesini duyuyorum. Kumların üzerine uzandım, gökyüzünü izliyorum. “Ey büyük Allah’ım” dedim. “Ne kadar büyüksün. Yıldızlara bakıyorum. Her biri milyonlarca uzaklıkta, birbirinden de o kadar uzaklıkta, bazıları Güneşten de büyük, bunlar gökyüzünde hiç çarpışmadan nasıl hareket ediyorlar? Bunlar bir yerlere asılı mı? Havada nasıl duruyorlar? Işıkları hiç sönmez mi? Bu nasıl bir âlem böyle Rabbim?..”
Kalktım, denizi seyrediyorum. Her taraf su, gözün görebildiği kadar uzaklık hep çarşaf gibi uçsuz bucaksız ufuklara kadar uzanıyor… Hem de tuzlu su… Ve içerisinde binlerce canlı yaşıyor. Hem de bizim ağzımıza aldığımızda ağzımızı yakacak kadar bu tuzlu suda.
Toprağı düşünüyorum. İçerisinde binlerce canlı yaşıyor. Bu kâinat ne muazzam bir şekilde yaratılmış. “Bu insanlar buna rağmen sana niye kulluk etmezler Allah’ım?” diye aklımdan geçiyor.
Aklım almıyor. Tam İlmihâl Seadet-i Ebediyye’nin yazarı merhum Hüseyin Hilmi Işık Efendi’nin de belirttiği, bir Kadir Gecesi günü dışarıya çıkıp düşündüklerini düşünüyorum.
“Ya Rabbi! Sana inanıyorum, sana güveniyorum, yalnız ve yalnız senden yardım istiyorum, beni doğru yoldan ayırma, beni dininde sabit kıl, dininden döndürme…” diye de dua ettim.
Yine kumların üzerine uzandım. Uyumuşum… Uyandım ki sabah ezanı okunuyordu. Kalktım, odamıza gittim. Çocukları kaldırdım, sabah namazını kıldık.
Hanıma dedim ki: Benim İstanbul’a gitmem lazım.
“Üzeyir daha dün İstanbul’dan geldik, hayırdır” dedi.
“Ben Enver Ören Ağabeyimin yanına gideceğim” dedim.
Üzeyir, “Enver Ağabey İstanbul’da mı, seni mi bekliyor? Telefonla mı görüştün? Sen kafayı mı yedin, ne oldu?” dedi. “Hiçbir şey bilmiyorum ama gitmem lazım” dedim. DEVAMI YARIN