Halk sabahtan beri yiyip içiyordu. Sarhoş olmayan kalmamıştı. Neredeyse ayakta duracak hâlleri yoktu.
Kâbus, ömrünün geçtiği şatodaki bu ihtişama, yapılan yeni süslere hayretle baktı. Hele kendi için yapılan köşe her şeyini unutturdu. İpek halılar, duvarlardaki resimler, vazolar, ağır perde ve örtüler, üzeri çeşitli meyve, sebze ve yiyeceklerle dolu olan masa… Hepsine ayrı ayrı baktı. Görecek şey kalmayınca da kızına döndü.
– Güvenimi boşa çıkarmadın Prenses’im.
– Ne demek pederim? Vazifem.
– Hiç böylesini görmemiştim doğrusu.
– Siz daha güzel şeylere layıksınız aziz pederim.
– Siz de Prenses’im.
Konuşurken kafası hep Osmanlı eşkıyalarının nasıl parçalanacağındaydı. Onların feryadı, figanlarını, yalvarıp, el etek öpme istemelerini, seyredenlerin büyümüş gözlerle bakmalarını ve daha neleri düşünmüyordu ki…
Rahat koltuklarına gömülerek merasimi beklediler.
Halk sabahtan beri yiyip içiyordu. Sarhoş olmayan kalmamıştı.
Neredeyse ayakta duracak hâlleri yoktu. Kâbus’un gelmesiyle hizmetçiler dolu kadehleri takdim etti, geri çekildiler. Kadeh elinde ayağa kalktı. Halkı selamladı. Uğultu hâlinde alkış koptu.
– Öldür!.. Öldür!.. Öldür!..
Haykırışları dağı, taşı tutuyordu.
“Dünyanın nizamı böyle kurulmuş! Muhammedîler, asılacak, kesilecek köle, bizler efendi! Hiçbir güç bu kaidenin dışına çıkamaz. Çıkmaya teşebbüs edenlerin hâlini göreceğiz biraz sonra!” diye söylenerek halkını selamladı yeniden. Gülüyordu, muzaffer ve muvaffak olmanın sarhoşluğuyla.
Davullar, sazlar çalmaya, borular öttürülmeye başladı. Bir curcunadır ki durdur, durdurabilirsen…
Maria, babasını da tam sarhoş ettiğinden emin olduktan sonra, silahlı zevatı da kontrol etti. Yanı başlarına en keskin fıçıları gönderdi. Ayakta duramayacak, gözlerinin önünü göremeyecek şekilde sarhoş olmalarını istiyordu.
Erkara ve adamları, içer gibi görünüyor, sevinçlerine iştirak etmeden geri kalmıyorlardı.
Kâbus, Erkara’nın elini tuttu.
– Gördün ya şu kızı. Bu kadar güzel birini tanıdın mı?
– Nereden tanıyacağım lordum.
– Şu saçlara bak! Yapma değil. Gerçek kendi saçı. Benimkilere ne kadar benziyor değil mi?
– Tıpkı sizin saçlarınız.
Saçmalıklarından da ne kadar sarhoş olduğu iyice belli oluyordu.
Maria, içten içe güldü. Babasının kolundan tuttu. Halkın arasına girdiler. Dar toprak yollardan geçtiler. Rengârenk giyinmiş kadınlar, çocuklar çalgının ritmine uymuş, şarabın da tesiriyle oynayıp duruyorlardı. Öyle bir insan seliydi ki oturulacak yer yok gibiydi. Maria; “Parçalanacak insanları seyretmenin, amma da meraklısı varmış!” dedi içinden.
***
Doğan Bey ve arkadaşları dar, bakımlı, koca, koca mumlarla aydınlatılmış, mermer merdivenlerden çıktı, geniş, ferah koridorlardan geçtiler. Her tırmanışta ihtişamın dehşeti karşısında küçük dillerini yutacak gibi oldular.
Şatonun en tepesine nihayet varmışlardı ki donakaldılar. İki bakımlı domuz her tarafı berbat etmişti. Dağıtmışlar, ne var, ne yok, kırıp dökmüşlerdi. Pislikten oturacak ve tutunacak bir yer bulamadılar. DEVAMI YARIN