Bize ne oldu?

Bize ne oldu?




Dünyanın üç kıtasını fethedip, dördüncüsüne el attığımız ve millî şahsiyetimizi temsil eden bir medeniyet kurup düşmanlarımızı bile imrendirdiğimiz devirlerde sarsılmaz bir üstünlük şuurumuz vardı. Bize tarihin altın çağını yaşatıp asırlarca dünyaya hâkim bir vaziyette tutan en mühim kuvvetimiz, bütün Türklüğe eşsiz bir gayret veren, o “millî şuurumuzdu.” Edebiyatta, sanatta, tarihte, mimaride ve hatta birçok örf ve âdetlerimizde o mukaddes şuurun sonsuz tezahürleri göz kamaştırmaktaydı.

Nitekim Avrupa’nın bile kabule mecbur olduğu “Türk’ün gücü” anlaşmalara bile geçmiş ve milletlerarası bir düstur oluşturmuştur. Peki bu muhteşem üstünlüğümüze ne oldu da sarsılıp zayıflamaya başladı. O sarsıntı neticesinde bina içeriden ve dışarıdan yıkıldı. Maddi ve manevi bünyemiz küçüldükçe her şey bize bizden büyük görünmeye başladı. Bilhassa gençlerimiz aşağılık kompleksine kapıldı. Asırlarca bütün dünyayı kendimize dar görüp Oğuzhan atamızın ifadesiyle “Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öylesine büyütelim ki gök kubbe ona çadır, güneş de bayrak olsun!” diyen bir millet iken bu hâle düştük. Bilhassa on dokuzuncu asrın başlarından itibaren “millî ruh” hassasiyeti giderek kaybolmaya başlamış, “üstünlük şuuru”muzun yerini “aşağılık duygusu” almıştır. Bu hazin durum bizi, millî, tarihî ve hatta coğrafi üstünlükten mahrum bırakmaya başlamıştır.

Üstünlük şuurunu bize yaşatan ecdadımız küçük gösterilmeye çalışılmaktadır. Biz Türk ırkına mensup olmuş kitleler ne zaman bunun farkına varacağız! Bu vaziyete göre “Türk” ve din itibarıyla  “Müslüman” bir millet olduğumuzdan hareketle nasıl gaflete dalabiliriz veyahut inkâr edebiliriz. Unutmamalıyız ki fert için tabiiyet ne demekse millet içinde kimlik değiştirmek o demektir. Bu rüyadan bir an önce uyanmalıyız. Eğer millî şuurumuzu büsbütün yok olmaktan kurtarmak istiyorsak ört ve âdetlerimize, dilimize, dinimize, gerçek tarihimize sımsıkı sarılıp, ona bir noktada gözümüz gibi sahip çıkmalıyız. Ama ne var ki, büyük bir gaflet içerisindeyiz. Soruyoruz: “Bize ne oldu?..”

                Mehmet Can

 

 

 

 

ŞİİR

 

                Düzce’ye hasret

 

Ucu bucağı dümdüz güneyinde dağlar var

Biz burada mutluyuz gidene yollar mı dar

Karayel estiğinde çoğu yeri kar kaplar

Dört mevsimi yaşarsın bir anda yağmur yağar

 

Mükemmeldir komşular yardım gelir her evden

Derdine ortak olur nur yüzlü hacı deden

Yufka açar nineler ramazanı beklerken

İkram ederler sana oralardan geçerken

 

Yaylası ve suları içinde dert bırakmaz

Yollarımız güzeldir asla yolcu bunaltmaz

Köyleri mahallesi bir şeyle kıyaslanmaz

Şehrimiz bize asla başka yerler aratmaz

 

On sekiz ay uzaktım vatani görev için

Nasıl özledim seni o hasretin ne biçim

Terhisimi beklerken ağardı birçok saçım

Ayrı kalınca burdan yarıya düştü gücüm

                     Sinan Korkmaz-Düzce

 

 

UNUTULMAZ KELİMELER

 

İKAMETGÂH: Kelime olarak ikamet oturma anlamındadır. “Gâh” da yer, mekân olarak kullanıldığı gibi esasında yanına geldiği kelimelere yer ve zaman bildiren “ek” olarak gelir.

Örnek olarak bargâh: dua edilen yer, abgâh: havuz, su biriken yer gibi. İkamet-gâh veya eskiden (ikamet-geh) [“ka”lar uzun okunur.] ikamet olunan, oturulan yer demektir. Genel olarak da ev, hane, ikamet yeri, mesken, konut, ikamet edilen yer gibi anlamları vardır. Bir kimsenin yerleşmek niyetiyle oturduğu yere de ikametgâhı denilir. Kanunen herkesin bir tek ikametgâhı vardır. Tüzel kişilerin bazen birden çok ikametgâhı da bulunabilmektedir. Türk Dil Kurumu bu kelimeyi sadece “konut” olarak yazmaktadır.

Comments are closed.