Celâl Atakul Efendiyle tatlı atışmalar, şakalaşmalar köye kadar devam etti…
Peşlerinde tayı görünce, içinden şöyle diyordu Lütfü Hoca: “Kulağımın üstüne oturmuş bir cin sanki… Sanki bana durup durup acizliğimi fısıldıyor. Her karşılaştığım hadise neticesinde ben de aynısını demiyor muyum?” Bu seferki sadece tek kelime fısıldıyor: “Acizsin!” Pehlivanlık, çokbilmişlik, her şeyin en iyisini yapmak veya istemek, makam-mevki, para-pul, evlat, şan-şöhret bu yüzden aciz olanların debelendiği tuzaklardı. “Ah! Bir anlayabilseydik bu hakikati ah!” demesiyle yol da hayalleri de tamamlanıyor, bitiyordu…
Celâl Atakul Efendiyle tatlı atışmalar, şakalaşmalar köye kadar devam etti. Ağtaş’ın önüne geldiklerini, tahta köprüyü görünce anladı Lütfü Hoca. Hâlâ telgraf telinin boynunu koparmadığına hamd ediyordu içinden. Hapisten, meslekten ihraç edilmekten kurtulmuştu ama ölümün kıyısına kadar da fena yaklaşmıştı bugün. Bunlar ne manaya geliyordu? Ölümü, kaş ile göz arasından daha yakın bilmek lazım geldiğinin ikazı mıydı?
Bir gün Alvarlı Efe buyurmuşlardı ki: İki şeyi unutmamalı oğul; Allahü teâlâyı, bir de ölümü. Ölmek, asıl hayatın, ebedî hayatın başlangıcıdır. İnanmayanların dediği gibi kaybolmak, yok olmak değildir. Mü’min ölümden korkmaz. Çünkü Peygamber Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, “Ölüm dostu dosta, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan bir köprüdür…” buyuruyor. Kim sevgiliye kavuşmak istemez ki? Yeter ki O’nu, sevgili kabul etsin…
Aklı fikri onların muhabbetiyle doluydu. Bugünkü maceralardan onların tasarruflarının neticesinde bir yara almadan kurtulmuştu. Çünkü daima aklındaydı. Sabah uyandığında başlıyordu birliktelik, akşam yastığa başını koyana kadar da devam ediyordu. “Bize bir adım gelene biz bin adım gideriz…” buyururlardı. İrtibatını kesmediği için de her an tasarruf altındaydı.
Tövbe istiğfar çekerek grup hâlinde köye girdiler, helâlleşerek ayrıldılar.
Lütfü Hoca, meşhur cami-i şerifin önüne yeni gelmişti ki, Hüsna Anacığını çöplüğün kenarındaki duvarın üstünde yolunu bekliyor gördü. “Geleceğimi de kim söyledi?” dedi, anacığına doğru el salladı. Canı gibi sevdiğinin boynu bükük duruşu; pek bi durgun, pek bi üzgün gelmişti. “Hayırdır anam, ne oldu, niçin üzgünsün, çocuklarda mı bir şey var?” diye söylenerek atından indi, yanına geldi, elinden öptü. Hüsna Anacığı cevap vermeden usul usul ahıra doğru yürüdüler. Konuşmuyor, sadece sessizce ağlıyordu… DEVAMI YARIN