Anahtar kime ait?

Anahtar kime ait?




Bugünü yaşarken dünden mahrum kalamayız. Yarının hakikatleriyle alakadar olurken pencere ardından meçhule bakamayız. Kimden, neden kaçtığımızın bile farkında değilken sonbaharın fırtınalı suskunluğuyla ruhumuzu okşayamayız. Noksanlığın, kusurun, debelenişin ve kayboluşun tereddütlerini bilmeden bir adım öteye gidemeyiz.

Biraz tarihe, biraz talihe ve biraz da takdire baktığımızda, gözlerimizi açıp kaparken depremlerin enkazında kalışımızın tarifine ne kadar muhtaç olduğumuzu görmek çok da zor değil. Biz kadim bir geleneğin dirayetli çocuklarıydık. Sanatta, edebiyatta ve tarihte asgari yirmi asırlık bir disiplinle mücehhez şaheserlerin bakiyesiydik. Batı ise Otuz Yıl, Yüz Yıl Savaşları, Orta Çağ karanlığı, akabinde katliamlar ve nihayet reformlar pençesiyle kıvranıyordu. Onların bugüne ulaşan çocukları bu köhne bir kültürün esaretinden kurtulup dünyayı yeni bir nizam arzusuyla kuşatırken; bizler daima muntazam bir istikrarın numunesi olarak tarihlerden tarihlere koşuyorduk.

Yorgun ve yılgın savaşçılar, zirvenin doruğuna ulaştıklarında aşağı inmekten öte bir ilerleyişe izin verilemeyeceğini anlamışlardı. Ne de olsa meyve, kemale erdiği, olgunlaştığı an çürümeye mahkûmdu. Asırların istikrarı kendinden sıkılmıştı işte. Yaşamadığı, bilmediği hatta gerek dahi duymadığı hislerin, düşüncelerin, buhran ve bunalımların; velhasıl yok oluşla şekillenen bir var oluş sancısının ve bizden olmayan düşüncelerin acısını, çilesini çeken de, yine bizdik.

Dönüp arkaya baktığımızda belki de geç kalmıştık. Bizim olmayan bir hayata yüzümüzü çevirip asırların mahsulüne burun kıvırma hicabına bu kadar dilsiz kalmak da neydi?

Bizlerin bilgesi, onların aydınları, aydınların karanlığı ve karanlığın kararlılığı giderek artıyordu. Bizler bilge yetiştirirken onlar beş para etmez içi boş tenkitlerle dünyayı düzelteceklerine inanıyorlardı. Bizler de durmuyor, onlara fütursuzca kanıyorduk. Anahtar kimin elindeydi? Sahibi olamadığımız bir anahtar, herhangi bir kapıya seslenmeye muktedir miydi?

              Cüneyt Akçatepe

 

 

 

ŞİİR

 

 

    Azerbaycan destanı

 

Haydi Azeriler düşmana haydi

Karabağ hesabın pek çabuk görün

Vatanı savunup yüzler güldürün,

Haydi Azeriler Allah aşkına

 

Eski Azerbaycan sandılar sizi

Ne kadar bölse de doymuyor gözü

Nefret beslemesin kimsenin özü

Haydi Azeriler Allah aşkına

 

Silahlar yok olsun, SİHA’lar ile

Diplomasi gelsin tez elden dile.

Bundan sonra kimse yapmasın hile

Haydi Azeriler Allah aşkına

 

Azeri’nin toprakları verilsin

Herkeslerin yeri yurdu bilinsin

Bundan sonra ağlanmasın gülünsün

Haydi Azeriler Allah aşkına

 

            Cumali Çevik-Niğde

 

 

UNUTULMAZ İSİMLER

 

SULTAN SENCER: (Dünden devam) Kırk yıl süren saltanatı boyunca Sencer, doğu ve batı olmak üzere iki cepheli bir siyaset takip etmiştir. Fakat siyasetinin ağırlık noktasını hep doğu teşkil etmiştir. Önce batıyı tanzime uğraşan Sencer, burada bir türlü istediğini yapamamıştır. Çünkü hâdiseler onu doğuya çekerken, batı tamamen ihmâl edilmiştir. En ufak bir bahaneyle hep doğuya hareket eden Sultan’ın bunda ne kadar haklı olduğunu, Katavan Savaşı ve Oğuz isyanının doğuda patlak vermesi göstermiştir.

Sencer devrinin en büyük âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretleridir. Babası Melikşâh devrinde de bulunmuş olan İmam-ı Gazâlî hazretleriyle Sencer’in münasebetleri meşhurdur. Ahmed Nâmık-i Câmî rahmetullahi aleyhle de münasebeti olan Sencer, âlim ve şairleri sarayından eksik etmezdi. Bunun neticesi olarak, uzun süren saltanatı zamanında Sultanın teveccühüne mazhar olan pek çok âlim, sanatkâr, tabip yetişmiştir.

Sultan Sencer’in teşvikleriyle Horasan, bütün İslâm dünyasına ve bu arada Anadolu’ya devamlı şekilde din ve ilim adamı sevk eden bir merkez olmuştu. Sencer zamanında Selçuklu devlet teşkilâtı da en sağlam hâlini almıştı…

Comments are closed.