Yıldırım Han, sevindirici haberle derin bir nefes almış, rahatlamıştı.
Beyazıd Paşa, Doğan Bey’in büyük başarısını anlatmaya başladı. Halkın gönlünü nasıl fethettiğini, onların yardımını, sevgisini kazanmanın bereketini, Üryan’ı, Maria’yı nasıl kurtardığını, Kripto’nun Kâbus tarafından öldürülüp, “Doğan Bey öldürdü” diye duyurmasını, Atmaca Nuri’nin, Boğa Hasan’ın, Çekirge Ali’nin sevgi ve muhabbetlerini, Erkara, Aşır ve Palabıyık Beylerle olan dayanışmayı anlattı. Son üç isim geçince Süleyman Çelebi, Beyazıd Paşa’ya baktı. “Gençlerin, kuvvet ve maharetlerini birleştirmelerinin bereketi, neticesinde bu muvaffakiyet nasip oldu, biiznillah” dedi içinden.
Yıldırım Han, sevindirici haberle derin bir nefes almış, rahatlamıştı. Lakin sinsi, ikiyüzlü, dönek, ilelebet düşman olanların, taa içerilerine, pay-i tahta, hatta saraya kadar sızmalarını bir türlü içine sindiremiyordu. “Bu gaflet değilse de, neydi ya?” dedi içinden.
Tahtına oturmadan dönüp duran Yıldırım Han’ın hareketlerini izlemekten başka bir şey yapmadılar davetliler de. Başları önde bir emir veya işaret bekliyorlardı. Neşeyle konuşurlarken bile hepsinin üzerinde sinsi bir utanç vardı. O günün karartısı açıkça belli oluyordu.
Emir Sultan Hazretleri, neşeli ortamı devam ettirmek için Padişah Efendilerinden müsaade isteyerek, dünyanın böyle olduğunu, iyilerin kötülerin, zenginlerin fakirlerin, zalimlerin mazlumların, cömertlerin cimrilerin, korkakların cesurların, daha nice zıtlıkların iç içe olduğunu, fazla şaşmamak gerektiğini, misaller vererek sayıp döktü. Bu gibi nazik durumlarda şeytanın, müminleri zor durumlara soktuğu, hatta ayaklarını kaydırdığı rampalar olduğunu da ilave etmeyi ihmal etmedi.
Dertlere deva izahatlar, kafalardaki yanlış düşünceleri, boşu boşuna kederlenmeyi tamamen silmiş, yerini ümit ve muhabbete bırakmıştı. Bugün, neşelenmeyi, her zamankinden daha fazla hak etmiş oldukları bir gündü.
Başta padişah olmak üzere bütün paşalar, ulema, tüccarlar ve ahali, Osmanlı topraklarının dışında haraplığın, perişanlığın hâkim olduğunu çok iyi biliyordu. Âdeta çöplüğün ortasında bir gül gibi açan Osmanlı Devleti’ni, basit ayak oyunlarıyla yıkmaları mümkün değildi evvel Allah.
– Hayıflanmamızın sebeb-i mucibi; en ufak hataya bile tahammül edemeyişimizdendir Emîr’im. Bizimkisi kuru bir vehim, yersiz bir endişe değildir.
– İhtiyatlı olmak elbette lazım. Tevekkül etmekte… diye cevaplayan Emîr Sultan, ilimle uğraşıyordu. Onun işi halkı irşad etmekti. Eli kılıç tutan civanmertlerin ise hiçbir haksızlığa razı olmamaları evlaydı. Ancak memleketine sahip çıkan idareciler, etkililer, yetkililer, beyler, paşalar sayesinde haksızlık, yolsuzluk, zulüm, fesat kalmazdı. Herkes bu mevzuda hemfikirdi.
Yıldırım Han;
– Etrafı düşmanlarla çevrili bir yerde yaşıyoruz. Çoluk çocuğumuzu korumak, kollamak için bunlarla savaşıyoruz istesek de, istemesek de. Gençlerimiz birer, ikişer kurban gidiyor. Şu Bursa’da hangi ev vardır ki bir yiğidini harplerde kaybetmemiş olsun? Durmak, dinlenmek bizim işimiz değil. Bir muharebe bitiyor, diğeri çıkıyor. Bunlar yetmiyormuş gibi bir de, bizi, biz eden değerlerimize saldırmalar başladı. Hak ve bâtıl mücadelesi bitmeyecek kıyamete kadar da… DEVAMI YARIN