“İnsanın kendisi değil, yazgısı güzel olmalı!”

“İnsanın kendisi değil, yazgısı güzel olmalı!”




“Hikâye bu ya bir annenin bir oğlu ile bir de kızı varmış. Birinin ismini Ay, diğerininkini de Yıldız koymuş.”

 

Hasan dede, anlatmaya başlar:

– Hikâye bu ya bir annenin bir oğlu ile bir de kızı varmış. Birinin ismini Ay, diğerininkini de Yıldız koymuş. Çok güzel çocuklarmış. Gören dönüp bir daha bakıyormuş. Halk arasında şöyle söyleniyormuş: “Bu çocuklar ya aydan inmiş ya da yıldızdan, dünyada emsalleri yok! Yaratan ne güzel yaratmış” deyip severlermiş.

– Çocuklar sevimli oluyorlar zaten.

– Öyledir! Hele anneleri, onları öylesine çok severmiş ki solup sararmasınlar diye üzerlerine titrermiş. Ne demişler? “İnsanın kendisi değil, yazgısı güzel olmalı.” Tabii hayat durmuyor akıp giderken çocukluklarına doyamadan anneleri hastalanmış, günlerce yataktan kalkamamış, evine işlerine bakamamış da. Konu komşu gelip yardım etmişler ama ne çare… Hasta gittikçe ağırlaşınca pek sevdiği evlatlarını yanına çağırmış, koklayıp bağrına basmış:

“Yavrularım, canlarım! Galiba ömrümün sonuna geldim. Dünya böyle; kimi doğar, kimi ölür. Sırayla vadesi dolan çekip gider. Cenab-ı Allah ne dilerse o olur. Benden sonra ihtimal babanız evlenir, size yeni bir ana getirir. Sakın üzülmeyesiniz! Sakın onu hor ve hakir görmeyesiniz! Velev ki o benim gibi sevmese de nasihatim şudur: Siz siz olun birbirinizden hiç ayrılmayın. Birbirinize destek olun, yardımcı olun. Şimdi size çok beğendiğim bir tarak vereceğim. Bu hep yanınızda bulunsun. Hiç kimseye göstermeyin. Yeri zamanı gelince saçlarınızı tararsınız.”

Demirden olsa her şey, çok incelince kopar,

Zulüm bunun aksine, kalınlaşınca kopar.

Hasta anneleri çocuklarına nasihatlerini tamamladıktan sonra kendi için pek kıymetli olan sedef tarağı evlatlarına teslim etmiş ve de ölmüş… 

Günler çabuk geçiyor o acılar da çabuk unutulmuş komşularının tavsiye ettikleri bir hanımla ikinci evliliğini yapmış baba. Üvey ana, ilk günleri kibar görünse de sonunda foyası ortaya çıkmış. Gayet kötü kalpli, yılan gibi birisiymiş meğer. Merhamet nedir bilmez, çocuklara adaletli davranmak şöyle dursun, bir an bile huzur vermemiş. Her sözü bir zehir, her davranışı bir zulüm olmuş. Sebepsiz yere onları dövüyor, eziyet ediyor, çoğu zaman evden kovuyormuş. O altın gibi pırıl pırıl çocuklar gitmiş, yerine kirli, pasaklı, yamadan lime lime olmuş kıyafetler içinde garip zavallı çocuklar gelmiş yerlerine…

Babaları huzursuzluk olmasın, yuva dağılmasın diye hanımının yaptıklarını, çocuklarının acınacak hâllerini görmezlikten geliyormuş. Her şeyi eline geçiren üvey ana, bu sefer de dünya güzeli bu yavruları evinde görmek istememiş. Bir gün kocasına:

– Bu evde ya ben, ya onlar! 

– Ama hanım nere giderler? Çok küçükler! Biraz daha sabret büyüsünler evlendirir kendi yuvalarına göndeririz!

– Anlamadın galiba; onları bir daha görmek istemiyorum!

– !!!

– Daha söyleyeyim mi, anladın mı?

– Söyle… Ne yapabileceğimi de!

– Evime gelmesinler de…

– Ne yapayım karıcığım? Sokağa atamam ya!

– Sokağa atamazmış!.. Aklına başka bir çare gelmiyor mu? Birkaç koyun, keçi almayı da mı beceremiyorsun? Boşu boşuna evde oturacaklarına bari keçi otlatsınlar. Bir faydaları dokunsun bize! DEVAMI YARIN