Cemaatte bir dalgalanma oldu. Ne olduğunu anlamayan halk, can havliyle ayağa kalktı.
Cemaat nefeslerini tutmuş, huşu içinde her kelimesini kaçırmamaya çalışıyordu… Anlatılan mevzu insanı heyecanlandırıyor, yer yer Hak âşıklarının galeyana gelip; “Allah!” demelerine sebep oluyordu.
Âyet-i kerime ve hadîs-i şerifleri öyle canla, aşkla, içten ve mükemmel telaffuz ediyordu ki, ruhtan daha derin bir yerden geliyor, masivanın ötesinden aksediyor sanılıyordu. Giyim, kuşam, anlatım tek kelimeyle mükemmel. Yanık davudi sesini zaman zaman alçaltıyor, bazen yükselterek dinleyicilerin dikkat ve alâkasının dağılmasına fırsat vermiyordu. Bakışları seyredende sıcak ürpertiler uyandıran mavi fırıldak gözleri, bir deri kaplı kitabın açık sayfalarına, bir de tam teslimiyet içinde olan dinleyicilere çevriliyordu. Kitap altına konulan kumaşı, hayırseverlerden Hüsnâ Hanımefendi vakfetmişti. Kırmızı, yeşil renkli yünden püsküllü örtüde bile başka bir sanat, bir başka estetik vardı.
Bursa Ulucami-i şerif, sanki daha bir genişlemiş, bütün ahaliyi içine alacakmış gibi büyümüştü. Tıklım tıklım dolu olmasına rağmen, hâlâ gelenlere yer açılmakta, ayakta ve dışarıda kalan görülmemekteydi.
“Büyük vaiz” diye propagandası yapılan; “Vaiz-i muazzam, Seyyid-i ekber, Ulema-i cedit, Pir-i meşayih” gibi çeşitli ulvi lakaplarla Bursalılara tanıtılan zat, vaazını yaparken müthiş bir dalgalanma oldu. Önceleri ne olduğunu anlamayan halk, can havliyle ayağa kalktı. Bir vaveyladır koptu gitti. Cemaatin büyük ekseriyetinin şaşkın bakışları arasında, küfürleşmeler, el, kol hareketleri, tehdit ve hakaretler gittikçe çoğalıyordu. Bu kargaşada dinleyiciler ikiye bölünmüştü.
Kripto, yan gözle keyfiyeti takip ediyor, içi içine sığmıyordu. İyice kutuplaşmış, zıtlaşmış iki büyük grup çatışmaya girse kim kime vurduya gidecek, onlarca, belki de yüzlerce Osmanlı evladı birbirini boğazlayacaktı. Asıl istenen an yaşanıyordu şimdi. Bütün planları tutmuş, başarıyla hedeflerine ulaşıyordu işte.
Kendine vazife, para, mal, mülk verenler bu anı görselerdi keşke. Bir avuç kahramanlarıyla övünecek, nasıl isabetli seçim yaptıklarına sevineceklerdi. Onların “hurra, yaşa var ol” seslerini, alkışlarını duyar gibiydi. Gözleri yaşardı. İçi içine sığmıyordu. Düşüncelerinden sıyrılmadan Hurufi’ye doğru yaklaşmaya çalıştı Kripto. Diğer adamları da onu takip ediyordu. Bunlar ne yapacaklarını biliyor, büyük kitle ise maksatsız, hedefsiz, çaresizdi, şaşkındı. Tam istedikleri gibi…
Her kafadan bir sesin çıktığı bu kritik ortamda, “Arap Molla” diye tanınan elli beş, altmış yaşlarında beyaz tenli, güzel, sempatik yüzlü, başında fildişi kavuğu ve krem rengi abasıyla âlim olduğu belli olan heybetli bir zât-ı muhterem ayağa kalktı. Her iki kolunu kürsüye doğru uzatarak, gürledi. Bu erkek ses, dalga dalga bütün mabedi doldurarak yankılandı
– Ey nadan!!! Ey cahil!..
Yüzlerce göz aynı anda Vaiz efendiden, yeni duydukları ve ilk önce bir mana veremedikleri bu cesur sesin geldiği tarafa döndü.
– Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Ne söylediğini biliyor musun? Bu tefsir ne manaya geliyor? Hem kendini hem de dinleyip tasvip edenlerin küfre düşmelerinden korkmuyor musun? Tövbe et bu cemaatin karşısında. Hadi durma tövbe de!.. DEVAMI YARIN