Son kale…

Son kale…




 

Vatan ve hürriyet! Bu iki kelime kendini, tarihini bilenler için kutsal bir değerdir. Allahü teâlânın insana bahşettiği, kalbine sevgisini verdiği, umut ve neşe kaynağıdır. Vatanı korumamız, düşmana karşı durmamız farzdır. Bu mefhumun (kavramın) taşıdığı mana siyasi spekülasyonlara alet edilemeyecek kadar önemlidir. Biz Türkler vatanseveriz, ama ne yazık ki hepimiz vatanperver değiliz. Vatansızlığın ne olduğunu bilmek ve anlamak istiyorsak, bir asır öncesindeki Rus ve Türk tarihini çok dikkatli ve titiz bir şekilde okumalı, araştırmalıyız. Nihayetinde görülecektir ki, en çok gözyaşı dökülen, ağlatılan; en çok yerinden-yurdundan edilen, en çok kanı dökülenlerin başında Türklerin geldiği hakikati yüzümüze bir tokat gibi çarpacaktır. İnanıyoruz ki bu gerçeği hiç kimse inkâr etmeyecektir.

Bunu, okuyunca içinizi acıtacak bir hadise ile anlatalım. Sinop’un tam karşısına denk gelen, sürgün öncesi 300-350 bin Türk’ün yaşadığı, Kırım’a seyahatte bulunduk. Bir köy meydanında halk toplanmış, meraklı bakışlar arasında bizi takip ediyorlardı. Hepsi neler çektiklerini, yüreğinizi parçalayacak hayat hikâyelerini anlattı. Toprağın kazınmış, üzeri muşamba ile kapatılmış olduğu bir yer gördük. Hâlinden garip ve fakir olduğu anlaşılan pirifâni bir nine “Burası benim kaldığım evim. Ruslar bizi vatanımızdan sürgün etti, yıllar sonra geri döndük. Yavrum benim gözümde gördüğün bu yer saray, zira vatan toprağı. Düşman askerleri bizi sürgüne göndermek için geldiler, eşya bile almamıza müsaade etmeden ayakları ile kapılarımızı dövdüler. Keçilerimizi kestiler, gözümüzün önünde pişirip yediler. Kemiğini de ite atar gibi bize attılar” dedi…

Bunun gibi Türklerin başına gelen yüzlerce acı hakikat var. Sezmeli ve kati olarak inanmalıyız ki, tarihimizi, dilimizi, dinimizi hakkıyla öğrenmezsek, yapılan her türlü sathi (yüzeysel) çaba akamete (başarısızlığa) uğramaya mahkûmdur. Düşmana karşı uyanık olmak mecburiyetindeyiz. Anlamalıyız ki, son kalemiz olan Anadolu bütün insanlığın umududur. Gaflet uykusundan uyanmalı ve ona gözümüz gibi sahip çıkmalıyız.

           Mehmet Can

 

 

 

ŞİİR

 

 

     AH! SONSUZLUK

 

Bir kuş konar pencereme

Ayrılık türküsü mırıldar

Sokaklar

Ah! Sokaklar

Zifirî karanlık

Müphem bakışlar

Tozlu raflar…

 

Dönüp dolaşır

Başımda yalnızlık,

Kolumda kavisli bir damar…

 

Uzaktan

Ah! Uzaktan

Bir yer kanar

İnceden inceye sızılar

Gönülden gönüle yol olur akar…

 

Sonsuzluk

Ah! Sonsuzluk

Bizi bir o gizler

Bir de şah damarına gizlenmiş ölüm.

 

                   Veysel Alten

 

 

 

UNUTULMAZ KELİMELER

 

VAKANÜVİS: Farsça vaka kelimesi olay, yaşananlar anlamındadır. Nüvis kelimesi de yine Farsça olup yazan kimse anlamındadır. Vakanüvis vaka yazan demek olup döneminin olaylarını kayıtla görevlendirilmiş resmî devlet tarihçilerine verilen isimdir…

Tarihin önemi anlaşılınca bu meslek ortaya çıktı. Bunlar ibret ve bilgi alınacak vesikalar olarak yeni nesillere bırakılmıştı. Osmanlılarda önceleri şehnâmenüvis olarak tanımlanan görevli memurlar sonradan vakanüvis adını aldı. İlk vakanüvis tarihi 18. asırda tutulan Nâimâ Târihi’dir. Son vakanüvis tarihî ise Lütfi Târihi’dir. Osmanlıların son vakanüvisi Abdurrahman Şeref Efendinin yazdığı tarih basılmadığı için hangi tarihten hangi tarihe kadar hazırlandığı bilinmez.

Resmî olarak ilk vakanüvis Halepli Mustafa Nâimâ Efendidir. Meşhur Nâimâ Tarihi’ni Sadrazam Amcazâde Hüseyin Paşanın emriyle yazmıştır. Kendisinden önce yazılmış olan özel tarihlerden de istifade eden Nâimâ 1591-1659 yılları arasındaki olayları anlatarak günümüze mükemmel bir miras bırakmıştır.

Comments are closed.