“Bu gidişle dede torun tercüman aracılığıyla anlaşacağız galiba!”

“Bu gidişle dede torun tercüman aracılığıyla anlaşacağız galiba!”




 “Dedeciğim, İstanbul’da Erzurumlu olduğumu bilenler bana da hep “Dadaş kızı” diyorlar…”

 

 

Elif’in dedesi masum insanların savunmasızlığını anlatırken, duygulandı, yutkundu ve anlatmaya devam etti:

 – Erzurum ve havalisindeki askerî kıtaları Gazi Ahmet Muhtar Paşa kumanda etmektedir.

 – Paşa ne demek dede?

 – Hani başka mevzuya geçmeyecektik! Kızım bu gidişle dede torun tercüman aracılığıyla anlaşacağız galiba.

 – Dedeciğim benimle dalga geçme. O kadar da değil! 

 – Tamam güzel kızım. E ne diyorduk?

 – Paşayı anlatıyordun.
 – Hıh, şimdi hatırladım! Şanlı ordumuzdaki en büyük rütbede olan komutanlara o devirde verilen isim. Yani, şimdiki Frenkçe ifadeyle “general” demek. Şimdi Frenkçe ne diye sormadan izah edeyim; Osmanlı ecdadımız bütün Avrupa milletlerine toptan “Frenk” derdi…

Neyse düşman bu durumu biliyordu. Ama öteki Türk birliklerinden, kış şartlarından çekiniyor olmalıydı ki hemen işi bitiremiyor, Ermeni çetelerinden medet umuyordu. Erzurum’da sözü geçen paşa, tecrübeli bir asker olmasına rağmen, o da topyekûn harbi kaybetmekten endişeleniyor, iş başa geçince de bir nefer gibi kahramanca savaşıyordu ama tedbirli olmak mecburiyetindeydi… Lafı fazla uzatmayalım. Bu paşamızın elinde imkânları çok az, asker ve mühimmatı yani mermileri kısıtlıydı. Sadece itimat ettiği, yani güvendiği vatan, millet, din, namus meselesi olunca sonsuza dek peşinden gelebilecek temiz bir Erzurum halkı, DADAŞLARI vardı. 
 – Dedeciğim, İstanbul’da Erzurumlu olduğumu bilenler bana da hep “Dadaş kızı” diyorlar…
 – Erzurumlulara taşrada hep öyle derler. Biz de dadaş denmesinden çok mutluluk duyarız. O bize bir iltifattır. Çalışkan, uyumlu, sözünün eri, mert, hani şimdi çok moda olan bir deyim var ya; “adam gibi adam” işte dadaş da kısaca o manalara gelir.
 – İlk duyduğumda merak etmiş, sözlüğe bakmıştım. Tabii “Dadaş kızı” denmesinden de büyük bir memnuniyet duydum.

 – Gelelim asıl konumuza Dadaş kızım… hı ne dersin?

 – Elbette! Hem çok merak da ediyorum.
 – Haa! Paşa, gündüzleri talim yaptırır, askerin eksiklerini tamamlar, geceleri de Kur’ân-ı kerim okur, tefekkür ederdi. Onun uyuduğunu hiç gören olmamıştı.
 – Tefekkür de nedir? Bunu da açıkla daha başka…

 Abdullah Dede, torununun daha sual sormayacağını anladığından hemen sözünü kesip; 
 – Sakın sormamazlık etme! Bunu da, başkasını da sor. Yarı kalmasın öğreneceğin şeyler. Yoksa nasıl bilebileceksin ki? En iyi öğrenme, sormak bence.
 – Tamam dedeciğim… Ne bileyim demin başka soru sormayacağım diye söz vermiştim de…
 – Tefekkür; fikir yürütmek, düşünmek. Yapacağı işleri kendi kendine planlamak, artılarını, eksilerini gözden geçirip doğru karar verebilmek için imkânlarını ölçmek, tartmak diyebiliriz kızım.

 – Ee sonra!

 – Kış ve gecenin körü, herkes derin uykuda uyurken o her zamanki gibi uyanıktı. Mescidin yanındaki çeşmede abdestini aldı, kurularken bir ses duydu. Gözetleme kulesinde bulunan nöbetçi âdeta ortalığı çınlatıyordu.

DEVAMI YARIN